4 Mart 2010 Perşembe

Agnostisizm

Bu anlayış, Tanrı'nın varlığı karşısında şüpheci bir tavır almaktır. Bu görüş, İlkçağ'da Sofist filozof Protagoras tarafından öne sürülmüştür. Protagoras'a göre, Tanrı'nın duyularla algılanamaması, insanın ömrünün kısa oluşu, Tanrı hakkında bilgi edinmeyi engeller.
Huxley, agnostisizm deyimini ilk kullanandır. Ona göre, duyularımızın kavrayamadığı şeyler arasında Tanrı kavramı da vardır. Tanrı'yı duyularımızla algılayamadığımız için var olup olmadığını yargılayamayız. Agnostisizm, doğrudan Tanrı'yı reddetmemekte, ancak onu bilmenin mümkün olmadığını öne sürmektedir.

18/4/2008 | Kategori: Dinler Tarihi , Tarih | Yorum (yok) Yorum yaz! Kalici Baglanti
Afrika Dinleri

Afrika insanının dinsel dünyası Avrupalılarınkinden oldukça farklıdır. Bununla birlikte Avrupa dininin temelinde yatan birçok kavramda Mısır, Hint ve Avrupa etkisini birarada görmek mümkündür. Bu nedenle de çeşitli inanç sistemleriyle dolu olan Zenci Afrika'nın dinsel yaşamını bütünüyle kavramak oldukça güçtür. Ne var ki, Afrika'daki yerli dillerin yeterince öğrenilmesi ve Afrika asıllı incelemecilerin katkıları ile Afrika dinleri daha bir açıklık kazanmış, dinsel olguları açıklamak için gerekli olan terim ve kavramları saptamak kolaylaşmıştır.

Afrika'daki ilkel çağdaş dinler arasında en çok Animizm, Fetişizm ve Totemizm yaygındır. Özellikle Orta Afrika'da, Asya'da ve Pasifik Okyanusu'nun bazı adalarında, hâlâ, yaklaşık olarak 140 milyon kadar insanın kabul ettiği Animizm (Canlıcılık) inanışına göre, yalnız canlı varlıkları değil cansız varlıkları da, birer rufa yönetir. Animizmi tabiatta insan ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden din olarak tanımlayabiliriz. Zenci Afrika'da Animizm, tslamiyetten hemen sonra gelmektedir. Yapılan istatistiklere göre Afrika'daki müslüman sayısı 102 milyon, animist sayısı 95 milyon, Hıristiyan (katolik, protestan ve kıptî) sayısı ise, yaklaşık olarak 60 milyondur.

Animizm terimini, ilk kez 1871 yılında antropolog E.B. Taylor "ruhsal varlıklar" a inanma anlamında kullanmıştır. Taylor'a göre animizm, tikel ruhların ölümden ya da bedenin tahribinden sonra da yaşamaya devam ettikleri inancına dayanır. Buna göre ruhlar, önemle-lerine göre, değişik düzeylerde bulunan ve tikel ruhlardan tanrılara kadar uzanan bir hiyerarşi meydana getirir.

Taylor, "ruh" kavramının kökenini, insanların rüyalarında ve hayallerinde temellendirmiştir. Ona göre ilkel insanlar, özellikle uyku sırasında ruhun bedenden ayrılıp dolaştığını, değişik biçimler aldığını düşünmüşler, bu yüzden insanın ölümünde de ruhun, ama bu kez sürekli olarak, bedenden ayrıldığını sanmışlardır, Çağdaş antropoloji açısından kesinlikle bilinen bir şey varsa o da, birbirinden çok farklı kültür ortamlarında yaşayan insan topluluklarının tümünde "hayalet-ruh" kavramının bulunduğudur. Taylor, bu verilere dayanarak "Animizm" i, dinlerin evreminde bir başlangıç aşaması saymıştır.

Animizm, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra başıboş kalmadığına, canlı ya da cansız başka nesnelere de girdiğine, başka bir deyişle "ruh gücü"ne inanır. Yalnız hayvanlar yada bitkiler değil, taşlar bile, ölümle bedenden ayrılan insan ruhu için birer barınak meydana getirir. Animizm inancına göre, ruhun bedenden kesinlikle ayrılması için, ölümü beklemek de şart değildir. Ruh, geçici bir süre için bedenden ayrılıp, canlı ya da cansız başka bir bedene girebilir, daha sonra yeniden eski bedeninedönebilir. Dinsel anlamda fetişizm düşüncesi de bu inanca bağlanır.

Antonizm

Tanrı'ya ermişliği ülkü edinen bir dindir. Kurucusu Belçikalı bir maden işçisi olan Louis Antoine'dır. Antoine, kendinde hastaları iyi etme yeteneği olduğunu ileri süren, ispirtizma meraklısı bir kimseydi. Çevresine birçok çömez toplamayı başardı. Bunlar, kiliseler kurdular, bu kiliselerin papazları için özel üniformalar yaptırdılar. Belçika'da, Fransa'nın kuzeyinde, Paris'te, Almanya'da, Polonya'da bu dine inanmış kimselere rastlanır.

Louis Antoine 1905- 1910 yılları arasında kurduğu dinin ilkelerini kaleme almıştır. Buna göre, Antoinizm insanın tanrılaşmasına, madde ile maddeden doğan hastalığın yokluğuna dayanır. Akıl yavaş yavaş kaybolup yerini bilince bırakmalıdır. İnsanın Tanrı'ya karşı bağımsız olmasını gerektiren ahlâk, başkalarını, bu arada düşmanlarımızı da sevmemizi öğütler. Antoinizm'e göre, insan ölünce ruhu bedeninden ayrılıp yeni bir bedenle ortaya çıkar. Bu din, hastaların iyileştirilmesini sağlamak bakımından, takdis törenlerine, duaya büyük önem verir.

18/4/2008 | Kategori: Dinler Tarihi , Tarih | Yorum (yok) Yorum yaz! Kalici Baglanti
Animizm

Animizm, doğada insan ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden dindir. Ruh, sadece insanda yoktur. Canlı cansız her şeyin ruhu vardır.

İnsan, teolojik hale fetişizm ile başlamış, buna iyi ve kötü ruhları sokmuştur. Sonra çoktanrıcılığa geçmiş daha az ama daha kudretli ruhları işin içine katmıştır. Ardından bu tanrıları tek bir tanrıda birleştirerek tektanrıcılığa geçmiştir.

İlkel insana göre ruh, bedene veya bedenin belli parçalarına bağlıdır. Can,insanın dışına çıkabilir ama bu halde bile bedeni yönetir. Can (dış can) çalınabilir, yenebilir, geri getirilebilir, bazen yamanabilir, onarılabilir ya da yerine başkası konabilir.

Kişilik üstülük, sadece bedende değil onun attığı salgılar, saç, tırnak, sperm, idrar gibi bütün atıklarında da bulunur. Onun için bu atıkların kötü niyetli bir başkasının eline geçmemesi için herkes bunları saklar. Hatta bazen buna ayak izi bile eklenir.

Kişinin gölgesi, sudaki aksi ve resmi, kişiliğine dahil nesnelerdir. Bu nedenle hemen tüm ilkel toplumlarda insanlar, resimlerinin yapılmasına karşı çıkarlar. Hatta insanın ismi bile bu listeye dahil olabilir. Bazen giysi de kişiliğe ait sayılır.

Hayatın özü olan can, bedeni terkedince, insan ölür. Bununla beraber ruhun bedende kaldığına ve yaşayanlardan öç alabileceğine inanıldığından, cesede büyük saygı ve özen gösterilir. Ölüler, bu alemin tam tersi bir alemde yaşamaktadırlar. Buradaki her şeyin tersi, ölüler aleminde geçerlidir.

Ölülerin öbür alemde yaşadığına inanılır. Bu düşünce, hemen hemen evrenseldir. Yine bunun gibi evrensel olan bir başka düşünce ise ölülerin de öldüğüdür. Onlar için geçerli bir sonsuz hayat yoktur.

Animizmin başlangıcı, ruhun öldükten sonra varolduğu düşüncesidir. Böylece ruh, insanların etrafında dolaşan, onlara müdahale eden doğaüstü bir hal alır. O zaman bu ruha adaklar adamak, dualar etmek, kurbanlar kesmek eylemleri başlar ki bunlar dinin temel öğelerindendir.

Zamanla sadece insanın değil, hayvanların ve bitkilerin de ruhları olduğuna, bunların da insanları iyi-kötü yolda etkilediğine inanılarak, bunlara da tapılmaya başlanmıştır. Böylece, önce atalarının ruhlarına tapan insanlar, daha sonra doğaya tapmaya başlamışlardır. Her nesnede ruh olduğuna inanılmasıyla, insanlarda canlı-cansız ayrımı kalkar.

Bu dinin mistik yanını Levy-Bruhl şöyle anlatıyor: "İlkel zihniyetin müşterek tezahürlerinde nesneler, varlıklar, olaylar, bizim için anlaşılmaz bir şekilde hem kendileri, hem kendilerinden başka şey olabilirler. Yine aynı anlaşılmaz şekilde bir takım kuvvetler, meziyetler, mistik hareketler neşreder veya alırlar ki bunlar oldukları yerde kalmaya devam etmekle beraber, kendilerini yine de bulundukları yerin dışında hissettirirler."

Maddi alemin dışında, manâ alemi düşüncesini geliştirmişlerdir ki mistik yan budur. Bu insanların ibadetlerinin amacı; manâ ile temasa hazırlıksız oldukları zaman, kendilerini ondan korumak ya da hazır oldukları zaman manânın daha fazlasını benliklerinde tutmaktır.

Rahip, manâya tamamen sahip olan kişidir ve bunu istediği gibi kullanabilir. Tapınak ise manânın büyük miktarda toplandığı yerdir.

Mistik kuvvetler, doğada da vardır ve insan bunlara hakim olabilir: Bir takım sözler söyleyip, danslar edip, değişik karışımlar oluşturarak ya da bazı ufak heykelcikler yaparak. İşte büyü buradan doğmuştur.

Salomon Reinach’a göre büyü, Animizm’in tekniği ve stratejisidir. Bazı nesnelerde büyülü bir kuvvet vardır; felaketi kovar ve mutluluk getirirler. Büyünün iyi tarafı (rahipler yapar) ve kötü tarafı vardır (büyücüler yapar).

Bu inanışşa göre, resmin, heykelin, dansın, müziğin, bütün güzel sanatların ana kaynağı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Animizm’dir.

Ateizm

Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir. Bu kelimeden de "Tanrı inancına sahip olmak" ya da "Tanrı'ya inanmak" anlamına gelen theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce "theism" kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup Türkçe’de "tanrı tanımazlık" anlamına gelmektedir.
İnançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Mesela insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen diğer dinleri reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışmaktadırlar.

Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan düşünürler de bulunmaktadır. Buna karşın günümüzde çok sık rastlandığı gibi özellikle Batı dünyasında görünüşte dindar olduğu halde gerçekte Tanrı’ya inanmayan pek çok kişi vardır. Bu durum gerek teizmin ve gerekse ateizmin tanımlanmasında birtakım güçlüklerin bulunduğunu göstermektedir.
Tanrı'nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhi dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir.

Diğer bir deyişle ateist, hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı’nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve ahiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.

Ateizmin Çeşitleri

Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de dindarlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar ya da en azından aynı sonuca varsalar da ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla bir tek ateizm tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır.

Mutlak Ateizm
Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı’yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir. Bu anlayışı savunanların arasında Baron D’Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürler bulunmaktadır.

Teorik Ateizm

Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak zihni bir çabayla Tanrı’nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır.

Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve Tanrı'nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş, bu süreçte Tanrı'nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri sürülmüştür.

Teorik ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mucize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve ahiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.

Pratik Ateizm
"Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam kurmayı istemektedir. Bunun yanında Tanrı’yla alakalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında Tanrı'nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır.

Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır.

İlgisizlerin Ateizmi

Bir kısım düşünürler, Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece varolanla yetinmeli, görünen alemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.

Özünde felsefi bir problem olan ateizm bazen de ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin’in (1870-1924) görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm, komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği’nde ve halâ bazı ülkelerde ateizm Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve "ilmi ateizm" adıyla takdim edilmiştir.

Deizm

DEİZM tanrıcılık, 17'inci ve 18'inci yüzyılda İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde belirginleşmiş dini bir felsefedir.
Deistler genelde doğaüstü olayları (kehanet veyahutta mucizeler) ,yaradanın dinlerle olan bağını, kutsal metinleri ve ortaya çıkmış tüm dinleri reddederler. Bunun yerine; deistler doğru dini inanışların insan mantığında ve doğal Dünya'nın kanunlarında görmeyi tercih ederler. Bu doğrultuda da; varolan tek bir tanrının yada üstün varlığı kabul ederler.
Kelime anlamı
Deizm kelime anlamı olarak; "tanrı"'dan gelmiştir; Latince "deus" kelimesini kullanır; tam Türkçesi ile "Tanrıcılık"dır.
17'inci yüzyıl öncesinde; deizm yerine teizm kelimesi kullanılmıştır ve benzeri inanışlara sahiplerdir.
Deist kelimesinin ilk kez kullanımı Pierre Viret tarafından Instruction Chrestienne (1564) isimli yapıtında olmuştur. İngiltere'de de Robert Burton Melankolinin
Anatomisi (1621) eserinde kullanmıştır.
TDK'nın tanımına göre "Tanrı'yı yalnızca ilk sebep olarak kabul eden, Tanrı için başka herhangi bir güç ve nitelik tanımayan, vahyi reddeden görüş, neden tanrıcılık." manasına gelir.
Tarihi
Deist düşünce; eski zamanlardan beri (örn. Heraklitos) vardır. Deizm kelimesi ise; 17'inci yüzyılda özellikle İngiltere'de kullanılmaya başlamıştır.
Doğa dinine inanış 17'inci yüzyılda Avrupa'da bir devrim olmuş; bir çok kültür bu akıma destek vermiştir.
Rönesans dönemindeki hümanist yaklaşım; Avrupa'nın klasik Roma ve Yunan dönemindeki düşünceleri çalışmaya itmiştir.
Bunun yanı sıra; eski dokümanların analiz edilmesi doğrultusunda ve bilimin de sunduğu olgularla tarihte ilk defa Hristiyan toplumlar tarafından İncil eleştirilmiştir. Yapılan araştırmalar doğrultusunda; Dünya tarihi'nin İncil'de anlatıldığından çok daha farklı olduğu ortaya çıkmıştır.
Mitoloji üzerine yapılan araştırmalarda da; bir çok dinin kendinden önceki dinlerden örnekler alarak hikayelerde karakterlerin isimlerini değiştirerek kullandığını ortaya çıkarmıştır.
16'ıncı ve 17'inci yüzyılda Avrupalıların Amerika, Asya ve Pasifik'i de keşfetmesinden sonra; aradaki farklılıklardan, dini Nuh'tan geliş teorisinin bozduğuna inanmışlardır.

Bu konuda Herbert; De Religione Laici (1645) de şu sözleri yazmıştır.

..bir çok inanış ya da din, açıkca, bir çok ülkede uzun süredir vardı, ve kesinlikle kanun koyucuların bahsetmediği bir tane bile yoktu, Wayfarer'ın Avrupa'da bir tane bulması gibi, başka biri Afrika'da, Asya'da ve bambaşka bir tanesi de Hindistan'da..

Bu doğrultuda; Hristiyanlığın bir çok din arasındaki dinlerden biri olduğunun farkına varılmış; ve hiç bir şeyin bir dinin diğerinden daha iyi ya da daha doğru olduğunu ispatlamayacağına inanmışlardı.
Deizm in özellikleri

Deizm konsepti; belli bir merkezi, temsilcisi, ya da belirgin kanunları olmadığı için bir çok değişik bakış açısına sahiptir. Ancak; Deizm'in merkezinde iki kural bulunmaktadır.

* İlan edilmiş bir dinin reddi - (bu Deizm'in negatif - eleştirici bakış açısından yönüdür)
* Mantığın bize dini doğruları öğretebileceği - (bu da Deizm'in pozitif - yapıcı bakış açısından yönüdür)

Eleştirici deizm öğeleri şunları içerir:

* Tanrı tarafından ilan edilmiş veyahutta yazıldığı iddia edilen kitaplara sahip olan dinlerin reddi.
* İncil'in Tanrı'nın sözü olduğunun reddi.
* Mucizelerin ve kehanetlerin reddi.
* Dini bilinmez öğelerin reddi.
* İncil'deki yaratılış hikayesinin ve insanların doğuşta günahkar olduklarının reddi.
* Hristiyanlığın reddi.

Yapıcı deizm öğeleri de şunları içerir:

* Tanrı vardır ve kainatı yaratmıştır.
* Tanrı insanların mantıksal davranmasını ister.
* İnsanların ruhları ölümden sonra hala vardır, bu doğrultuda ölümden sonra yaşam da vardır.
* Yaşam sonrasında, Tanrı iyi davranışlarımızı ödüllendirecek, kötü davranışlarımızı cezalandıracaktır.

Kişisel olarak deistlerin düşünceleri oldukça geniş ve değişiktir. Bazıları aralarında kendilerini asıl hristiyanlar olarak da ilan etmiş; İncil'den mucizeleri, kehanetleri ve bilinmezleri çıkartarak; İsa'nın insanlara iyilik öğretmek isteyen biri olduğunu sunmuşlardır. Örnek olarak Thomas Jefferson; bu öğeleri çıkartarak Jefferson İncili'ni yazmıştır.

Radikal olarak da; hristiyanlığı ve tüm dinleri tamamen reddeden ve mantık aramayan deistler de mevcuttur. Radikal deistler de dindar insanlar tarafından genelde ateist olarak görülmüştür.

Deizm dönemle Amerika'da da yayılmış; ancak daha sonra popülaritesini yitirmiştir.

Bahailik

Bahai dininin kurucusu, Bahaullah Mirza Hüseyin Ali adlı bir İranlıdır. 12 Kasım 1871'de İran'ın Tahran kentinde dünyaya gelen Bahaullah, sürgünde bulunduğu Akka'da (1892) yaşamın yitirdi. Soyu, Türk kökenli Kaçkarlar'a dayanan Bahaullah, çağdaşı olan Ali Mehmet Bab'ın öğretilerinden etkilendi; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı dinlerin yanı sıra Budizm, Brahman ve Zerdüşt gibi çok tanrılı dinlerin araştırdı, bilgilerini artırdı.

Şiraz'da kendi görüşlerini yaymaya başladığı (1848) sırada, "Ali Mehmet Bab'ın görüşlerini savunuyor" gerekçesiyle kovuşturuldu.1852'de Bağdat'a sürüldü. Ancak, Ali Mehmet Bab'ın 1849'da kurşuna dizilip, sahneden çekilmesiyle, "Babailer" olarak bilinen yandaşları, Bahaullah'a yöneldiler. Böylece Bahaullah'ın çevresi kısa zamanda genişledi. Ne var ki, Osmanlı yönetimi, onu İstanbul'a sonra Edirne'ye (1864) sürgün etti. Ancak Bahaullah burada da etkinlik gösterince bu kez Akka'ya gönderilerek (1868) orada hapsedildi.
Hapsedildiği kalede, tek ve çok tanrılı dinlere dayanan bilgilerini birleştirip yeni bir din kurma girişiminde bulunan Bahaullah'a göre; insan, inanma gereksinimi olan bir yaratıktır. Dinler ise, inanmayı biçimlendiren birer araçtır. Öyle ise din, yaşamın bir parçası olmalı ve tüm insanları kucaklamalıdır. Oysa, süregelen peygamberlerin dinleri, belli toplulukları, kendi tekelinde tutmayı; ya da kendi kabul ettirmeyi amaçlamaktadır.

Kimileri de, bu kabul ettirmede zorbalığa dayanmaktadır. Bunu yaparken Tanrı'nın buyruğuna uyduklarını, yeryüzünde "Allah'ın hakimiyeti" ni esas aldıklarını ifade etmektedirler. Özellikle, geçmiş çağlarda görülen bir çok kanlı olayların temelinde kendi dinini egemen kılmak isteyenlerin zorbalıkları gözlenmektedir. Din zorbalığa dayanılarak kabul ettirilmemelidir.

İnsan, kendi aklı ve vicdanıyla doğruyu bulmalı, dinin seçmelidir. Baskısız ve dayatmasız kendi olgunluğuna kavuşan insan, özgür iradesiyle hareket etmeli, önündeki seçeneklerden birini kendi iradesiyle seçmelidir. Bu olgunlukla seçilen ve yaşatılan din, insan hak ve hukukuna saygılı olur. İşte o zaman din, insanların gereksinimlerini karşılayan yaşamsal bir kurum haline gelir.

Bu temel ilkeler doğrultusunda kendisini ifade eden Bahaullah; kişilerin olduğu gibi görünmesi ve göründüğü gibi olmasını; yani sözleri ile eylemlerinin birbiriyle uyumlu olmasını istemektedir. Gerçek dostluğun ve inanç olgunluğuna ermenin, ancak eylem içinde belli olduğuna dikkat çeken Bahaullah; uluslararası barışın, dostluğun, sevginin ve kardeşliğin sağlanması için ortak bir dilin oluşmasını; yargının uluslararası merkezi bir sisteme bağlanmasını; bireylerin olduğu gibi, ulusların ve devletlerin de olumsuz eylemlerinden dolayı yargılanmalarını, tüm insanlığın yararına görmektedir. Elbette ki üretimde ve tüketimde adaletli paylaşım esas alınmalıdır.

Yaşadığı çağ gereği, önceki peygamberlerden daha toplumsal, daha ekonomiksel, daha hukuksal olarak insanlara yaklaşan Bahaullah, kendi din öğretilerini içeren Kitabul - Akdes (En Kutsal Kitap), Kitabul - İkan (Sağlam Bilme Kitabı), Kelimat-ı Maknune (Maknu'nun Sözleri), Tarazat, İşrakat (Işıklandırma), Tecelliyat (Görünme, Belirme), Kelimat-ı Firdevsiye (Firdevsi'nin Sözleri) adlı kitaplar yazdı.

Mescid-i Aksa'nin Altindaki Tünelin Anlami

Mescid-i Aksa'nin Altindaki Tünelin Anlami

Son bir kaç gündür Filistin sokaklari savas meydanina dönmüs durumda. Dogu Kudüs'te, özellikle Mescid-i Aksa çevresinde ve Bati Seria ile Gazze'nin çesitli bölgelerinde, yillar öncesinin Intifada'sindan hiç de az kalmayacak çatismalar yasaniyor. Israilliler ile Filistinliler, bir kez daha birbirlerini öldürüyorlar.

Tüm bu olaylarin nedeni ise, bilindigi gibi Mescid-i Aksa'nin altindaki tarihsel bir tünelin Israil tarafindan ziyaretçilere açilmasi oldu. Bu hareket, Filistinlilerin gözünde, Israil’in Mescid-i Aksa'yi yikabilmek için yaptigi uzun vadeli planin yeni bir parçasiydi. Onlari büyük bir öfke, hatta bir "hamiyet-i Islamiye" içinde sokaklara döken sey de tünelin bu "stratejik" anlami oldu. Buna karsin, dogal olarak, Israilliler tünelin hiç bir sekilde Mescid-i Aksa'ya zarar vermek gibi bir amaci olmadigini israrla söylediler ve söylemeye devam ediyorlar. Onlara göre, bu sadece "turistik" bir düzenleme ve tünelle birlikte yalnizca daha fazla "turistik gelir" elde etme düsüncesindeler.

Kuskusuz Israillilerin öne sürdügü bu "turizm" açiklamasina inanmak için bir hayli saf olmak gerekir.

Çünkü Israillilerin daha önce de bir çok defa çatisma nedeni olan Mescid-i Aksa üzerinde bu tür bir düzenleme yaparken, bunun sonucunu tahmin etmemis olduklari düsünülemez. Ve hiç bir hükümet, sirf biraz daha "turistik gelir" elde etmek için, bile bile büyük bir çatismanin fitilini ateslemez. Netanyahu hükümeti, kuskusuz Filistinlilerin -ve tüm Müslümanlarin-"göz bebegi" olan Mescid-i Aksa üzerindeki bu düzenlemeyi, karsilasacagi tepkiyi bilerek ve göze alarak göstermistir.

Bu ise su anlama gelir: Demek ki, Israilliler açisindan, özellikle önceki Isçi Partisi hükümetine göre daha radikal ve daha "dinci" olan Netanyahu kabinesi açisindan, Mescid-i Aksa'nin altindaki tünelin son derece büyük bir anlami vardir. Öyle ki, bu anlam, onlari, basta Filistinliler olmak üzere tüm Islam dünyasini -hatta, "dostlar alisveriste görsün" nevinden bile olsa ABD'yi bile- karsilarina almalarina neden olacak bir icraata sürüklemistir. Israillilerin tünelin açik kalmasi -ya da sadece "bir kaç günlügüne kapanmasi"- konusundaki israrli tutumlari da bizlere tünelin "turizm"den çok daha büyük ve önemli bir anlami oldugunu göstermektedir.

Bu anlami kesfedebilmek içinse, "dindar Siyonizm"in tarihine bir göz atmak ve Mescid-i Aksa'nin bu tarih içindeki konumuna bir göz atmak gerekmektedir.

"Dindar Siyonizm" ve Mesih Inanci

19. yüzyilin sonunda siyasi bir hareket olarak ortaya çikan Siyonizm'in milliyetçi, modern ve laik Yahudiler tarafindan ortaya atildigi ve dolayisiyla "dini" bir hareket olmadigi sikça anlatilan bir hikayedir. Ancak hikaye, gerçegi ancak kismen yansitmaktadir ve bir de gözlerden uzak kalan bir yön vardir.

Bu yön, "dindar Siyonizm" olarak bilinen ve "sag Siyonizm" ya da öteki adiyla "Revizyonist Siyonizm" olarak tanimlanan akimla da oldukça iliskili olan bir harekettir. Dindar Siyonizm, bir Yahudi Devleti'nin kurulusunu yalnizca ulusal bir self-determinasyon olarak gören laik Siyonizm'den farkli olarak, Israil’in kurulusunu Yahudi dinindeki geleneksel "Mesih" inanci çerçevesinde yorumlamistir.

Bu inanca göre, Yahudiler, Tanri tarafindan "seçilmis" olan üstün bir halktir, ve diger uluslari yönetme hakkina sahiptirler. Ancak bu "yönetme hakki", diger uluslar tarafindan gasp edilmistir. Hakkin yerine getirilmesi, "Seçilmis Halk"in yeryüzü egemenligine ulasabilmesi ise, ancak Hz. Davud soyundan gelecek olan Beklenen Mesih'i yeryüzüne inip Yahudiler'e önderlik ederek Kudüs merkezli bir Krallik kurmasi ile gerçeklesecektir. Mesih'e karsi "itaatsizlik" yapacak olan uluslarin isi ise zordur! The Universal Jewish Encyclopedia, söyle yazar:
"Mesih geldiginde diger milletler ya fethedilecek, ya imha edilecek ya da dinlerinden döndürüleceklerdir. Ama sonlari ne olursa olsun, o tarihten sonra Israil için sikinti kaynagi olmaktan çikacaklardir." (1)

Mesih'in gelisi, Yahudilerin binlerce yillik tarihi boyunca hep beklenmistir. Ama en çok da, MS 70'de Romalilar tarafindan Kudüs'ten kovulmalarinin ardindan güçlenmistir. 70 yilinda Romalilar, Kudüs'teki Hz. Süleyman Tapinagi'ni ikinci kez yikmislar, sehirdeki Yahudilerin büyük bölümünü katletmis kalanlari da sürmüslerdir. Geriye Tapinak'tan yalnizca tek bir duvar kalmistir; o da bu "yikim"im anisina Aglama Duvari'na dönüstürülmüstür. Mesih geri geldiginde ise, inanisa göre, Tapinak yeniden insa edilecek ve Mesih, ayni "King Solomon" gibi, buradan dört bir yana hükmedecektir.
Iste bu nedenle de, Mesih'in gelisi ile Tapinak'in yeniden insasi, birbiri ile çok yakindan iliskili olan iki "vaad"dir.

Dindar Siyonizm'in Mesih ve Tapinak Yorumlari

Yahudiler tarafindan asirlardir beklenen bu iki büyük gelisme, 19. yüzyila kadar uzak bir hayal görünümündeydi. Ancak Siyasi Siyonizm'in dogusu ile birlikte, Yahudiler, 19. yüzyil sonra Kudüs'e dönmek için ciddi bir girisim baslattilar. Hareket "laik" Yahudilerce yönetiliyordu belki, ama dindarlar bu girisimde çok büyük bir anlam görmüslerdi. Onlara göre, siyasi bir hareket olan Siyonizm, gerçekte Mesihi dönemin artik baslamak üzere oldugunun göstergesiydi.

"Dindar Siyonistler"in basini çeken Abraham Yitzhak HaCohen Kook, Siyasi Siyonizm'in Atchalta D'Geula (Mesihi Kurtulusun Baslangici) ya da B'ikvata D'Meshicha (Mesih'in Ayak Sesleri) oldugunu söyleyerek bunu en açik biçimde ifade etmisti. Kook'a göre, 1917'de yayinlanan ve Siyonizm'e resmi Ingiliz destegi sayilan Balfour Deklarasyonu, Filistin'e yapilan yahudi göçleri ve büyük devletlerin Siyonistlere verdigi destek; tüm bunlar Mesih'in gelisinin yakin oldugunu gösteren alametlerdi. Israilogullari Mesihi dönemde yasiyorlardi ve yüzyillardir beklenenler yakinda gerçege dönüsecekti.
Kook ve diger Dindar Siyonistler tarafindan yapilan yoruma göre, "insani" çabayla, yani Siyasi Siyonizm'le baslayan süreç, "ilahi" bir gelisme olan Mesih'in gelisi ile devam edecekti. Ancak bu "mutlu son"a varilabilmesi için yahudilerce Mesih'in gelisinden önce yapilmasi gereken -ve Mesih'e ortam hazirlayacak olan- üç misyon vardi. The Universal Jewish Encyclopedia bu misyonlari söyle anlatir:
"Siyasi Siyonizmin ortaya çikmasi ile birlikte Haham Hirsch Kalischer tarafindan gelistirilen teori diger hahamlarca da kabul gördü. Buna göre, Mesih'in dönüs süreci, dogal olaylarla baslayacakti: Yahudilerin Filistin'e yerlesme istegi ve diger milletlerin gönüllü olarak bu ise yardim etmesi ile. Mesih'in ortaya çikisi ve vaadedilen mucizelerin gerçeklesmesi için gereken sartlarsa sunlardi: Kutsal Topraklar'da büyük ve yeter sayida yahudinin yerlesip devlet kurulmasi, Kudüs'ün ele geçirilmesi ve Tapinak'in yeniden insa edilmesi." (2)

Bu üç sartin birincisi olan Kutsal Topraklar'daki yahudi nüfusunun arttirilmasi, Siyonist hareketin önderleri tarafindan bu yüzyilin basindan beri uygulanmaktadir. Devlet ise 1948'de kuruldu. Ikinci sart, yani Kudüs'ün ele geçirilmesi, 1967'deki Alti Gün Savasi'nda yerine getirildi. 1980'de Kudüs "Israil'in ebedi baskenti" ilan edildi...
Dolayisiyla, Mesih'in gelisini saglayacak misyonlardan geriye bir tek Tapinak'in yeniden insa edilmesi kaldi. 19 yüzyildir yikik olan ve sadece tek duvari ayakta kalan Tapinak, yahudiler tarafindan Aglama Duvari’na dönüstürülmüs olan Süleyman Tapinagi.
"Peki Tapinak'i insa etmek zor birsey midir?" sorusu akla gelebilir hemen. Öyle ya, Israilliler için bir Tapinak insa etmenin zorlugu nedir? Zorluk, Tapinak'in insa edilmesinde degildir. Eski Tapinak'in bulundugu alan üzerinde bugün iki Islam mabedi durmaktadir: Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra. Tapinak'in yapilabilmesi için bu iki mabedin de yikilmasi gerekmektedir. Pürüz dünya Müslümanlaridir. Onlar, varolduklari sürece, Israillilerin bu iki mescidi yikmalarina izin vermemektedirler...

Iste son bir hafta içinde yasadigimiz ve Kudüs sokaklarini kana bulayan bu çatismalarin ve bunlara neden olan "turistik tünel"in anlami da burada gizlidir.

Likud ve Tapinak

Siyonizm'in "sol ve laik" kanadi, Israil Devleti'nin kurulmasindan sonra Isçi Partisi'ne dönüstü. Isçi Partisi, biraz bizdeki CHP gibi, "devleti kuran" partiydi ve 1977 yilina dek de kesintisiz iktidarda kaldi. Buna karsin, sözünü ettigimiz "dindar Siyonizm" ise, eskiden beridir sagci, hatta fasizan ögeler tasiyan "Revizyonist Siyonizm"le bütünlesti ve Israil’in kurulmasiyla birlikte "Herut" partisi olusturdu. Bu dinci/sagci parti, bir kaç küçük partiyle daha birleserek 1970'lerin basinda "Likud" adini aldi. Herut'u kuran, Likud'a dönüstüren ve 1982'deki Lübnan isgalinin sonrasina dek de liderligini yürüten kisi, "Israil saginin en büyük lideri" sayilan Menahem Begin'di. Begin'i Izak Samir izledi. 92'de seçim yenilgisinin ardindan da Netanyahu oturdu Likud'un liderlik koltuguna.
Bu kronolojinin gösterdigi sonuç ise sudur: Mesih'in gelisine inanan ve bunun için de Tapinak'in yeniden insasini hedefleyen "Mesiyanik Siyonizm", Likud'un içinde büyük bir etkiye sahiptir, hatta Likud ideolojisinin temel taslarindan biridir.
Tapinak'i insa etmek amaciyla Mescid-i Aksa'yi yikmayi hedefleyen yeralti Yahudi örgütü "Mahchteret Yehudit" hakkindaki kisa bir inceleme de bizi yine ayni sonuca ulastirmaktadir.

Machteret Yehudit ve Likud

1984 yilinin 27 Nisaninda Israil’de oldukça ilginç bir örgütün varligi ortaya çikti. Machteret Yehudit (Yahudi Çetesi) adindaki örgütün üyeleri, Arap yolcularla dolu olan bes yolcu otobüsünü havaya uçurmaya yönelik bir plan yapmis ama son anda olayin ortaya çikmasi üzerine tutuklanmislardi. Ancak daha önce gerçeklestirdikleri önemli eylemler vardi; 1980 yilinda Bati Seria'daki iki Arap belediye baskaninin arabasina bomba koyarak öldürmüsler, 1983 yilinda ise Hebron kentindeki Islam Koleji'ne silahli bir saldiri düzenleyerek üç ögrenciyi öldürmüs, otuz üç tanesini de yaralamislardi.
Ama kisa bir süre sonra, Machteret Yehudit'in tüm bunlardan çok daha büyük bir eylemi gerçeklestirmek üzere oldugu ögrenildi. Örgüt, Dogu Kudüs'ün, Müslümanlarin Harem-i Serif, yahudi ve Hiristiyanlarin ise Tapinak Tepesi (Temple Mount) adini verdikleri mevkiinde yer alan iki Islam mabedini—Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra—havaya uçurmak için çok sofistike bir plan hazirlamisti. Mabetlerin mimari yapisi üzerinde profesyonel bir inceleme yapilmis, Golan Tepeleri'ndeki bir askeri garnizondan bol miktarda patlayici çalinmisti. Kubbet-üs Sahra'yi etrafa zarar vermeden havaya uçurabilmek için, 28 ayri patlayici Kubbe'nin belirlenmis yerlerine yerlestirilecekti. Gerekirse Mescid-i Aksa'yi korumakla görevli silahsiz müslüman nöbetçileri vurmak için ucuna susturucu takilmis Uzi'ler ve göz yasartici bombalar edinmislerdi. Operasyon, yirminin üzerinde Machteret Yehudit militaninin katilimiyla gerçeklesecekti.
Eylem Israil otoriteleri tarafindan durdurulmustu belki, ama bu gönülsüz bir engellemeydi.

Çünkü, Machteret Yehudit'in üyeleri, aslinda pek çok kisinin yapmak istedigi bir isi, sabirsizliklari nedeniyle, uygun olmayan bir zamanda yapmaya kalkmislardi. Bu nedenle, aslinda, gerek Gush Emunim gibi Likud'a yakin olan dinci örgütler gerekse Likud hükümeti, Machteret Yehudit'e ve eylemine gizli bir sempati ile bakmislardi. Israil mahkemesi, kanunlara göre suç olusturan bu eylemi dogal olarak cezalandirdi ama mahkeme kararindan bir gün sonra, Basbakan Yitzhak Samir, Machteret Yehudit üyeleri için söyle diyebiliyordu:
"Hepsi harika insanlar ama bir hata yaptilar." Gush Emunim'in önde gelen ismi Haham Mose Levinger de eylemin teorik olarak dogru ama zamanlama yönünden yanlis oldugu yönünde görüs bildirdi.(3)

Amerikali yahudi gazeteci Robert Friedman, Machteret Yehudit olayinin derinleme bir incelemesini yapmisti. Verdigi ilginç bilgiler vardi: O dönemde Israil basinindaki yaygin bir iddiaya göre Israil'in iç güvenlik servisi Shin Bet, Machteret Yehudit'in daha önceki eylemlerini—Arap belediye baskanlarinin öldürülmesi, Islam Koleji'nin taranmasi gibi—biliyorlardi ve buna ragmen de örgüte hiçbir müdahalede bulunmamislardi. Friedman'in yorumuna göre, Israil otoriteleri aslinda örgütün Mescid-i Aksa'yi yikma planindan da haberdar olduklari halde bir süre onlara engel olmamislar, ancak olayin basina sizmasi ve sonuçlarinin da çok tehlikeli olacagini farketmeleri üzerine Machteret Yehudit'i durdurarak üyelerini tutuklamislardi. Yitzhak Samir'in örgütün üyeleri için "harika insanlar" deyisi ya da onlari hapse mahkum eden yargicin karari açiklarken "bu insanlara yurtseverlikleri nedeniyle saygi ile bakilmasi gerektigi" seklindeki garip sözleri, hep bu isteksiz engel olusun göstergeleriydi. Üst rütbeli Israil subayi Avi Yitzhak, Israil yönetiminin Machteret Yehudit'e uzun süre engel olmadigini, çünkü "üst düzey politik ve askeri yöneticilerin, örgütü, demokratik bir devletin yapamayacagi eylemleri yapabilmesi için muhafaza ettigini" söylemisti. Friedman, "Machteret Yehudit olayi içinde Israil hükümetinin parmagi vardi ama bunun orani hiçbir zaman bilinemeyecek" diyor.(4)

1985 yilinda, hapisteki Machteret Yehudit üyelerinin serbest birakilmasi için etkili bir kampanya baslatildi. Kampanyanin en atesli destekçileri Knesset üyesi politikacilardi. Basta Likud olmak üzere her partiden, hatta "solcu ve laik" ve sözde baris yanlisi Isçi Partisi'nden bile çok sayida Knesset üyesi bu "harika insanlari" hapisten çikarmak için çalistilar. Sonuçta birbiri ardina gelen aflarla hepsi serbest birakildi.
Dolayisiyla, Machteret Yehudit'in Islam mabetlerini yikma planinin engellenmis olmasi, Likud yönetiminin bu mabetlerin varligindan memnun oldugu anlamina gelmiyordu. Likud, özellikle de Likud'un sahinleri, eylemin yalnizca yöntem ve zamanlama açisindan yanlis oldugunu düsünüyorlardi, ama temel mantik dogruydu.

Daha Az Radikal bir Yöntem: Mescid'in Altinin Oyulmasi!..

Nitekim yeni ve daha az radikal olan bir yöntem bulundu çok gecikilmeden. Machteret Yehudit'in ortaya çikmasindan bir yil sonra, 1985'te, Israil hükümeti Mescid-i Aksa'nin altindaki kazi çalismalarina hiz verdi. Bu sekilde Mescid'in alti oyulacak ve küçük bir sarsinti sonucunda kendiliginden yikilmasi saglanacakti. Haftalik Aksiyon dergisi, 13-19 Mayis 1995 tarihli sayisinda "Israil Mescid-i Aksa'yi yikiyor!" basligiyla verdigi bir haberde konuya deginmis, Mescid'in altinda gizlice yürütülen kazi çalismalarini belgelemis ve söyle yazmisti:
"Israil, Mescid-i Aksa'ya karsi dogrudan bir saldirida bulundugu takdirde... Islam ülkelerinin topyekün cephe almasindan çekiniyor... (bu nedenle) tarihi kazi yapiyor gibi göstererek, kendiliginden çökecek bir hale gelmesi için ugrasiyor. Böylece ülke olarak kendisini geri çekecek ve üzerine bir sorumluluk almadan hedefine ulasmis olacak."

Uzun yillar Kudüs'te çalisan Amerikali arkeolog Gordon Franz ise, bu konudaki gözlemlerine dayanarak söyle diyor:
"Emin oldugum bir sey varsa, Tapinak'i yeniden insa etmeyi hedefleyen yahudilerin o iki camiyi mutlaka yikmak istiyor oluslaridir. Bu yikimin nasil olacagi konusunda kesin bir fikrim yok ama olacaktir. Yikacaklar ve burada onun yerine bir Tapinak insa edecekler. Ne zaman, nasil yapilacak bilmiyorum ama yapilacak." (5)

Houston Ikinci Baptist Kilisesi'nden rahip James E. DeLoach ise tüm yahudilerin camileri yikip Tapinagi insa etmek istediklerini, ancak bunu Machteret Yehudit gibi radikal yöntemlerle degil, Aksiyon'un haberinde yer alan sekilde yapacaklarini söylüyor: "Su bir gerçek; tanidigim bütün yahudiler o camilerin yikildigini görmek istiyorlar. Ama bana söylediklerine göre, bu yikim, Tanri'dan gelecek bir hareketle, örnegin bir depremle ya da ona benzer bir sekilde gerçeklesecek." (Ibid., s. 99)

Iste Israil’deki "derin devlet"in mantigi budur. Amaç, Tapinak'i ne olursa olsun insa etmektir; çünkü Mesih'in gelisi buna baglidir. Tapinak'in insasi için Islam mabetlerinin yok edilmesi gerekmektedir. Yahudi Devleti, bu isi mabedlerin "altini olmakla" uzun vadeye yaymistir. Belki de, "insan eliyle" yapilacak bu hazirliktan sonra, bir "ilahi" müdahale, yani Mescid-i Aksa'yi çökertecek küçük bir deprem beklenmektedir.
Bu ise kuskusuz dünya Müslümanlari ile Israil arasindaki büyük bir çatismanin, belki bir Üçüncü Dünya Savasi’nin fitili olacaktir. Israil’in bugün dünya Müslümanlarini zayiflatmak için, dünyanin dört bir yanindaki anti-Islami güçlerle yaptigi gizli isbirligi ve kurmaya çalistigi "Anti-Islami Enternasyonal"in mantigi da büyük ölçüde budur.(6)
Mescid-i Aksa'nin altinda açilan ve Filistin topraklarini yeniden kana bulayan son "turistik" tünelin gerçek anlami da, iste budur.

Dipnotlar :
1) The Universal Jewish Encyclopedia, vol. 7, s. 503
2) The Universal Jewish Encyclopedia, vol. 7, s. 502
3) Robert I. Friedman, Zealots for Zion: Inside Israel's West Bank Settlement Movement, 1.b., New York: Random Hause, 1992, s. 31
4) Robert Friedman, Village Voice, 12 Kasim 1985
5) Grace Halsell, Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War, Connecticut: Lawrence Hill & Company, 1986, s. 105)
6) "Anti-Islami Enternasyonal" hakkinda ayrintili bilgi için bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen. Vural Yayincilik, 1996

Uluğ Bey (1393 - 1449)



Türk matematikçilerinden birisi olan Uluğ Bey, Timur'un erkek torunlarından hükümdar olanlardan birinin oğludur. Asıl adı Mehmet'tir. Fakat o, daha çok Uluğ Bey adı ile ünlü olmuştur. 1393 yılında Sultaniye kentinde doğmuştur. Timur'un öldüğü sıralarda Uluğ Bey Semerkant'ta bulunuyordu.

Semerkant ve Maveraünnehir, Mirza Halil Sultan'ın saldırısı ve işgali üzerine babasının yanına gitmek zorunda kalmıştır. Babası buraları yeniden yönetimine alarak on altı yaşında olan Uluğ Bey'e yönetimini bırakmıştır. Uluğ Bey, bu tarihten sonra, hem hükümeti yönetmiş ve hem de öğrenimine devam etmiştir.

Uluğ Bey, bilgin ve olgun bir padişahtı. Boş zamanını kitap okumak ve bilginlerle ilmi konular üzerinde konuşmakla geçirirdi. Tüm bilginleri yöresinde toplamıştı. Uluğ Bey, dikkatlice okuduğu kitabı kelimesi kelimesine hatırında tutacak kadar belleği vardı. Matematik ve astronomi bilgileri oldukça ileri düzeydeydi. Bir söylentiye göre, kendi falına bakarak, oğlu Abdüllatif tarafından öldürüleceğini görmüş ve bunun üzerine oğlunu kendisinden uzak tutmayı uygun görmüştür. Baba ile oğlu arasındaki bu soğukluk, Uluğ Bey'in küçük oğluna karşı olan yakınlığı ile daha da şiddetlenmiş ve sonunda Uluğ Bey'in korktuğu başına gelmiştir.

Uluğ Bey, Semerkant'ta bir medrese ve bir de rasathane yaptırmıştır. Kadı Zade bu medreseye başkanlık etmiştir. Rasathane için yörede bulunan tüm mühendis, alim ve ustaları Semerkant'a çağırmıştır. Kendisi için de bu rasathanede bir oda yaptırarak tüm duvar ve tavanları gök cisimlerinin manzaralarıyla ve resimleriyle süsletmişti. Rasathanenin yapım ve rasat aletleri için hiç bir harcamadan kaçınmamıştır. Bu gözlemevinde yapılan gözlemler, ancak on iki yılda bitirilebilmiştir.

Gözlemevinin yönetimini Kadı Zade ile Cemşid'e vermiştir. Cemşid, gözlemlere başlandığı sırada ve Kadı Zade de gözlemler bitmeden ölmüştür. Gözlemevinin tüm işleri o zaman genç olan Ali Kuşçu'ya kalmıştır. Bu gözlem üzerine Uluğ Bey, ünlü Zeycini düzenlemiş ve bitirmiştir. Zeyç Kürkani veya Zeyç Cedit Sultani adı verilen bu eser, birkaç yüzyıl doğuda ve batıda faydalanılacak bir eser olmuştur. Zeyç Kürkani bazı kimseler tarafından açıklanmış ve Zeyç'in iki makalesi 1650 yılında Londra'da ilk olarak basılmıştır. Avrupa dillerinin birçoğuna, çevrilmiştir. 1839 yılında cetvelleri Fransızca tercümeleriyle birlikte, asıl eser de 1846 yılında aynen basılmıştır.

Zeyç Kürkani'nin asıl kopyalarından biri Irak ve İran savaşlarından sonra Türkiye'ye getirilmiş ve halen Ayasofya kütüphanesindedir. Bir hile ile oğlu Abdüllatif tarafından 1449 yılında öldürülmüştür.

Arşimet (Archimedes)



ARŞİMET
(ARCHIMEDES)
(İÖ. 287-212)

Bir Yunan matematikçisi, fizikçisi ve mühendisi olan Arşimet, belki de çağının en büyük bilim adamıydı.İlk kez, bir dairenin çevresinin çapına oranını(pi sayısını) tam olarak hesaplamış; silindir ve diğer geometrik şekillerin alan ve hacimlerinin nasıl hesaplandığını göstermiştir. Batan cisimleri etki eden kaldırma kuvvetinin doğasını keşfi ile tanınır ve de çok yetenekli bir mucit olarak bilinir. Bugün bile hala kullanılan pratik keşiflerinden biri Arşimet vidasıdır. Bu vida, eğimli olarak dönen halka boru şeklinde olup genellikle gemiden suyu çıkarmak için kullanılır.O, mancınığı keşfetmiş ve ağır yükleri kaldırmak için ağırlıklar, makaralar ve kaldıraç sistemlerini bulmuştur.O'nun icatları, Romalıların iki yıllık kuşatmaları sırasında, doğduğu şehrin (Syracuse) savunmasında askerlerce başarıyla kullanılmıştır.

Rivayete göre, Kral 2.Hieron'un tacının saf altından mı yoksa başka ****llerin karışımından mı yapıldığı kral tarafından Arşimet'e sorulur. Araştırma işleminin taca zarar vermeden yapılması istenir.Kuyumcu sahtekarlık yaparak içine değersiz madenler koymuş mudur? Arşimet o sıra hamamda soruyu düşünüyordu.Banyo teknesine oturduğu sırada, teknenin üstünden akıp giden suyun miktarının bedeninin suya dalan bölümünün hacmine eşit olduğu dikkatini çekti.Arşimet, tacını bütününü bir banyodaki suya daldırdıktan sonra, kaybettiği ağırlığa dikkat ederek çözümü buldu. Bu keşfinden dolayı Arşimet çok heyecanlanmış, "Onu buldum" anlamına gelen Yunanca "Eureka!"diye bağırarak çıplak şekilde Syracuse'nın caddelerinde koşmuştur.

İÖ 287'de dolaylarında doğan Siracusalı Arkhimedes klasik çağların belki de en büyük bilim adamlarındandır. Mekanik biliminde efsanevi başarılar elde etmiş (" Bana bir kaldıraç verin, bir de onu dayayacağım bir yer gösterin, dünyayı yerinden oynatayım"), bir çember ile çapı arasındaki oranı gösteren pi değerini (3,142...) çok küçük bir hatayla ilk kez hesaplayan kişi olmuş, evnehih kaç kum tanesi alacağını-elbette, evrenin boyutlarının bilindiğini varsayarak-kestirmeye çalışmıştır.

Yaşamıyla ilgili en çok bilinen öykülerden birinde, kralı ve koruyucusu 2. Hieron, ondan, işlediğinden kuşkulandığı bir suçu araştırması ister.Öykü (Vitruvius Pollio) tarafından şöyle anlatılır:

"Hieron,Arkhimedes'ten, kendisine verilen bir taç ya da çelengin, ona bir zarar vermeden, saf altın olup olmadığını, kuyumcunun sahtekarlık yaparak ona daha değersiz bir maden katıp katmadığını ortaya çıkarması istemişti.

Arşimet sorunu kafasında evirip çevirirken bir rastlantı sonucu hamamda bulunuyordu. Orada banyo teknesine oturduğu sırada, teknenin üstünden akıp giden suyun miktarının bedeninin suya dalan bölümünün hacmine eşit olduğu dikkatini çekti. Hemen sorunun çözüm yolunu gördü. bekleyemedi ve o heyecanla hamamdan dışarı fırladı. sokaklarda çırılçıplak evine doğru koşarken avazı çıktığı kadar aradığı şeyi bulduğunu haykırdı: Bir yandan koşuyor, bir yandan da durmadan Yunanca bağırıyordu: Eureka! Eureka! Buldum! Buldum!

Arşimet eve döndükten sonra kendi üzerinde denediği şeyi altın taçla da yaptı. Kuyumcunun bir miktar gümüş kattığı anlaşıldı ve zavallı kuyumcu idam edildi.

Siracusalı Arşimet "bana bir kaldıraç verin, bir de onu dayayacağım bir yer gösterin, dünyayı yerinden oynatayım" demişti.

İÖ 214 yılında Siracusa'yı Romalı general Marcellus denizden ve karadan kuşatmıştı. Arşimet, şimdi de bir kahraman olarak karşımıza çıkar. Roma donanması tam iki yıl boyunca körfezde tutmayı başarır.Tarihçi Plutarkhos şöyle anlatır:

" Romalılar saldırdığında böylesine büyük bir askeri güce ve böylesine şiddetli bir saldırıya karşı koymalarının olanaksız olduğunu düşünen Siracusa halkının dehşetten dili tutuldu. Ne var ki Arşimet hemen makinelerini kullanmaya başladı. Makineler, Roma kara güçlerine okları, mızrakları, koca koca taşları öyle inanılmaz bir gürültüyle ve hızla atmaya başladı ki, bunların önünde hiçbir şeyin ayakta kalması olanaklı değildi. Önlerine çıkan her şeyi yıkıp döktüler, saflar arasında korkunç bir kargaşaya yol açtılar.

Kentin deniz tarafında, surların üzerinden, Roma kadırgalarına olağanüstü bir hızla çarpıp onları hemen batırmak için gerekli şeylerle donatılmış kocaman kalaslar fırlatan muazzam makineler kuruldu: Turna kuşlarının gagalarına benzeyen demir çengellerle ya da kancalarla pruvasından yukarı çekilen, sonra da kıçları üzerine suya düşen gemiler denizin dibini boyladı. Halatlarla ve çengellerle kıyıya doğru çekilen birtakım gemiler ise hızla ilerleyip kent surlarının altında yükselen kayalara bindirdikten sonrada paramparça oldular, tayfaları da oracıkta can verdi

Sık sık bir gemi denizden alınıp yukarı kaldırıldı ve havada asılı kalıp fırıl fırıl dönüp durdu: manzara çok korkunçtu. Bu sırada insanlar sallantının şiddetiyle gemiden düştü; en sonunda da gemi, makeninin bırakmasıyla ya sulara çarpıp parçalandı ya da denize batıp gitti.

Marcellus’un sekiz kadırga üzerinde ileri sürdüğü, aynı adı taşıyan müzik aletine benzemesi nedeniyle Sambuka denilen makineye gelince, Arşimet, surlarda bir hayli uzak olduğu halde ona arka arkaya onar kiloluk üç kaya fırlattı; hepsi de büyük bir gürültüyle ve şiddetle çarptı ve makineyi parçalayıp darmadağın etti.

Marcellus, bu tehlike karşısında, kadırgalarını olabildiğince hızlı bir biçimde geri çekti, sonra.kara güçlerinin de aynı şekilde geri çekilmesi için emirler yolladı. Ardından savaş meclisini topladı. Mecliste, mümkünse ertesi sabah gün doğmadan surlara yaklaşma kararı alında. Çünkü böyle bir durumda Arşimet’in makinelerinin fırlattığı okların, mızrakların ve taşların, makineler çok güçlü olduğundan, başlarının üzerinden geçip gideceğini düşündüler. Ne var ki Arşimet, makinelerin bütün uzaklıklara göre ayarlayarak uzun zamandır kendisini buna hazırlamaktaydı. Ayrıca surlara delikler açtırmış ve buralara okları çok uzaklara fırlatmayan ama çok seri biçimde atan skorpionları ( dev boyutlu mekanik yaylar) yerleştirmişti. Dolaysıyla, işlerin aslında hiç de düşündükleri gibi olmadığını bilmeyen Romalılar, surlara yaklaştıklarında, tepelerinden aşağı yağmur gibi boşanan bir kargı ve koca koca taş bulutuyla karşılandılar: Çünkü makineler bütün o şeyleri surların her noktasından fırlatıyordu. Bu, onları geri çekilmek zorunda bıraktı. Biraz uzaklaştıklarında bu kez geri dönüş yollarına daha büyük makineler ir attığı Siracusalılara herhangi bir karşılık verme fırsatı tanıdan gemilerine büyük hasar verdiği gibi savaşçılarına arasında da korkunç bir zayiata yol açan başka oklara hedef oldular. Çünkü Arşimet makinelerinin çoğunu surların hemen altına yerleştirmişti. Bu yüzden, görünmeyen bir düşmanın sürekli saldırısına maruz kalan Romalılar sanki Tanrılara karşı savaşıyor gibiydi.

Fakat Marcellus kendi atıcılarıyla ve mühendislerinin haline gülüyordu. “Niçin bu matematik Briareos'u ile savaşmaktan vazgeçmiyoruz?” diye soruyordu; “ kıyıya oturup alay edermişçesine denizden yaptığımız saldırıları utanç verici bir biçimde boşa çıkaran, bir defada bizim yüzümüzü birden vurarak yüz kollu masal devlerini bile geçen bu insanoğlu kim?”

Aslında geri kalan bütün Siracusalılar, Arşimet’in bataryasında bir gövdenin parçası gibiydiler. Her şeyi kendisi yönetiyordu. Bütün öteki silahlar bir kenarda duruyordu. Kentin tek saldırı ve savunma silahları Arşimet’inkilerdi. Romalılar sonunda öyle dehşete düştüler ki, surların üzerinden bir ipin ya da bir sopanın uzatıldığını gördüklerinde bile Arşimet’in bir makineyi kendilerine çevirdiğini haykırıp arkalarını dönerek kaçmaya başladılar. Bunu gören marcellus saldırarak ilerleme düşüncesinden vazgeçti ve her şeyi zamana bırakıp kuşatmayı ablukaya çevirdi.

Ancak Arşimet o denli derin kavrayışlı, o denli yüce gönüllü ve matematik bilgisi o denil çoktu ki, bu makineleri bulması ona insandan çok tanrılara özgü bilgiler bahşedilmiş bir insan unvanı kazandırdı; ne var ki onun bunları yazılı olarak bırakmak gibi bir kaygısı hiç olmadı. Çünkü o bütünüyle mekanik üzerinde yoğunlaşmanın ve kamuya hizmet eden her sanatın değersiz ve iğrenç bir şey olduğunu düşünüyor, bir tek, yaşamın zorunlu kıldığı şeylerle hiçbir bağı olmayan ve yalnızca mantıksal doğrulukan ve kanıtlamadan doğan gerçek kusursuzluğu yakalayan kafa işlerinden zevk duyuyordu.

Fakat onunla ilgili olarak anlatılan bazı şeyleri de akıl almaz diye reddetmeye kalkmayacağız: Sürekli bir perinin, yani geometrinin büyüsü altında olduğu için ne yer içer ne de kendine bakarmış. Çoğu zaman hamama zorla ***ürürlermiş. Oradayken de küllerin üzerine geometrik şekiller çizer, yağlandığında parmağıyla bedenine çizgiler çekermiş. Duyduğu zihinsel haz onu bu denli kendinden geçirir, bilim onu böylesine coştururmuş. Birçok ilginç ve mükemmel buluşun yaratıcısı olduğu halde, arkadaşlarının, mezar taşına yalnızca içinde küre çizili bir silidir kazımalarını ve içerilen cismin hacminin içeren cismin hacmine oranını yazmalarını istediği söylenir. Kendisini ve Siracusa kentini Romalılar karşı korumak için elinden gelen her şeyi yapan Archimedes işte böyle biriydi.”

Roma donanması, Arşimet’in silahlarından uzak durarak üç yıllık bir kuşatmanın (ablukanın) ardından Siracusa düştü. Plutarkhos, dehanın ölümünü şöyle anlatır:

“Marcellus’u en fazla etkileyen Arşimet’in kötü yazgısı oldu: O sırada bir matematik problemi üzerinde çalışıyordu ve çizdiği şekle öyle dalmıştı ki ne Romalıların telaşlı seslerini duydu ne de kentin alındığını fark etti. Bir asker ansızın odasına girip marcellus’a gitmek için kendisini izlemesini emretti. Fakat Arşimet çalıştığı problemi çözene kadar bunu yapmak istemedi.Asker öfkeyle kılıcını çekip onu öldürdü. Marcellus, onun ölümüne çok üzüldü. Dinsiz ve iğrenç biriymiş gibi onu öldüren askere yüz çevirdi: Arşimet’in akrabalarını aratıp buldurarak onlara değerli armağanlar verdi.”

Romalılar, Arşimet’in kendilerine verdiği dersten yararlanamadılar.Birkaç yıl sonra Annibal’ın İkinci Pön Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından yüzyıllar boyunca zorlu bir düşmanla karşılaşmadılar En sonunda barbarların üstün askerlik bilgileri sonucunda imparatorluk çöktü

Romalıların askerlik becerileri İS 4. yüzyıla dek iyice zayıfladı; bununla birlikte güçlerinin doruğunda olduklarında bile Hunların ağır okları “dört nala giden atlarının üzerinden şaşmaz bir isabetle atan” okçularına dayanmakta güçlük çektiler. Herhalde Arşimet, Hunları takdir ederdi.”

40 Sayısının Gizemi

Hemen hemen bütün kültürler sayılarla ilgilenmiş, hatta sayıların yaşamdaki rollerini biraz da abartmışlardır. Filozoflar da her şeyi sayı ile açıklamaya çalışmışlar, sayıların gizli, ahlaki ve sembolik güçleri olduğunu, alemin bile belirli sayısal ilişkilere göre yaratıldığını ileri sürmüşlerdir.
'1' sayısı tekliği ve yaratanı simgelediği için bütün inanç sistemlerinde kutsaldır. Günümüzde pek bilinmese de tarih boyunca çeşitli toplumlarda '3' mükemmelliğin, '5' yaşam ve sevginin, '72' bolluğun sembolü olmuşlardır.

'7' sayıların en kutsalıdır. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile Güneş ve Ay'ın toplam sayısının yedi oluşu, Tevrat'ta Tanrının evreni altı günde yaratıp yedinci gün de dinlendiğinin belirtilmesi '7' sayısına gizemli ve uğurlu bir sayı olarak bakılmasına sebep olmuştur. Göklerin yedi kat oluşuna olan inanış, müzikteki ana nota ve ana renklerin, haftanın günlerinin yedi tane oluşu, Roma'nın, İstanbul'un yedi tepe üzerinde kurulmuş olmaları, bu sayının gizemini iyice arttırmıştır.

'12' sayısının gizemi gökyüzündeki on iki yıldız grubundan (burcundan) geliyor ama bu sayının asıl özelliği 2, 3, 4, ve 6 ile bölünebilmesi ve eski çağlarda en çok kullanılan sayı birimi olmasıdır. '12' sayısı bugün bile düzine adıyla sayı birimi olarak kullanılırken katları 24, 60 ve 360 da zaman ve açı birimleri olarak kullanılıyorlar.

'40' sayısı ise daha ziyade İslam toplumunun günlük yaşamında en çok kullanılan sayıdır. İçinde kırk sayısı geçen isim ve deyimlerin bazıları şunlardır: Kırkpınar, kırk haramiler, kırk-ikindi yağmurları, kırk dereden su getirmek, kırk bir kere maşallah, kırk ev kedisi, kırk para, kırk yılın başı, kırk yılda bir, kırk yıllık dost. kırk katır mı-kırk satır mı, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının olması...

Kırk sayısının özel ve uğurlu bir sayı olduğuna, bazı tabiat varlıklarını temsil ettiğine çok eski çağlardan beri inanılır. Dinde, matematikte, astronomide, astrolojide, edebiyat ve tasavvufta ayrı ayrı anlamlan vardır.

Kırk sayısı eski Mısırlılarda gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir. Tevrat'ta da insanın yaş dönemlerini belirtir. Muhtemelen 'kırkından sonra azmak' veya 'kırkından sonra saz çalmak' deyimleri de buradan kaynaklanır.

Eski doğu ülkelerinde, Hindistan'da ve Türklerde büyük önem taşıyan kırk sayısı sonradan İslam inançları içersine girdi. Kırk sayısı Kuran'da ve onun hükümlerine dayanan hadislerde de geçer. Bunların biri de insanın 40 yaşında olgunlaşması ile ilgilidir. Hz. Muhammed'e 40 yaşında peygamberlik verilmesi, İslam dininin doğuşu sırasında ona ilk bağlananların kırk kişi olması, kadınlarda hamileliğin 40 hafta sürmesi de bu sayının kutsallığına olan inancı geliştirdi. İnsanın malının kırkta birini zekat olarak vermesi de bununla ilgilidir.

Ayrıca, insanlar tarafından Nuh tufanının 40 gün süren yağmurlardan sonra oluştuğuna, Tanrının Hz. Adem'in çamurunu 40 gün yoğurduğuna, dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi'nin kıyametten önce 40 yaşında ortaya çıkacağına ve kırk yıl yeryüzünde kalacağına inanılır.

Doğum yapmış kadınların çocukları ve ölüler için doğumdan ve ölümden sonra, 40 gün geçmesi daha sonra şerbet ve lokma dağıtılması ile 'kırkı çıkmak' deyiminin kullanılması da 40 sayısının özelliğine olan inançla ilgilidir.

Pearl Harbor Baskını




Amerika’yı Savaşa Sokan Baskın

7 Aralık 1941 günü, sabah saat 07.55 ile 08.40 arasında Japonlar, Pasifik Okyanusu’nda hakimiyeti ellerine geçirdiler. Ne var ki Pearl Harbor baskınını planlayan Amiral Yamamoto ‘devi uyandırdıklarını’ biliyordu.

Pearl Harbor konusu hiçbir zaman tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Her ne kadar Amerikalılar uğradıkları utanç verici baskınla ilgili, yüzlerce klasör tutan soruşturma yapmışlarsa da bazı sorular yanıtsız kalmıştır.

JAPONLAR PASİFİK’TE

Japonya 1930’larda hiçbir savaş ahlakına uymadan, kargaşa içindeki Çin’e saldırıyor ve kopardığı her lokma onun iştahını daha da açıyordu. Zaafı hakir gören Samuray zihniyetine göre, düşene tanınacak yegane hak, ölümdü.

Japonlar 1931’de Mançurya’yı işgal ettikten bir yıl sonra Manchukuo kukla devletini kurmuşlar ve başına ‘Son İmparator’ olarak da bilinen Aisin-Gioro Pu-yi’yi koymuşlardı.
1940’da Fransa ve Hollanda, Alman işgaline girdikten sonra Japonlar bu ülkelerin sömürgelerine göz diktiler. 1941 yılında Fransız Hindiçinisi’ne girdiler ve önemli yerlere Japon garnizonları yerleştirdiler. Buradaki Fransızlar, anavatanın düşmesinden ve İngiltere ile aralarındaki düşmanlığın artmasından sonra Japonlardan başka dayanak bulamamışlardı. Bu durum Pasifik’teki Japon yayılmasından rahatsız olan Amerikalıların tepkilerine yol açtı.

İngilizlere gelince, onların buraya güç ayırmaları olanaksızdı ve Japonlara karşı sadece Amerikan donanmasının varlığına güveniyorlardı. Aslında herkes Pasifik’te Japonları önleyebilecek yegane gücün Amerikan filosu olduğunu biliyordu.

ZERO SAVAŞ UÇAKLARI

Japonlar 10 zırhlı, 10 uçak gemisi ve 36 kruvazör etrafında muazzam bir donanma inşa etmişlerdi. Ayrıca havacılık alanında çok ileriydiler. Zero avcı uçakları, Amerikalıların 1943’e kadar savaşa sürdükleri tüm modellerden üstündü; harekat menzili, pike bombardıman, torpil hücumu ve amfibik harekat konusunda da çok öndeydiler.
Ancak bu dev filonun çok büyük zaafları vardı. İlk ve en önemli zaaf, Japonya’nın elinde bu filoyu hareket ettirecek petrol olmamasıydı. Savaşın çıkmasında bunun rolü çok büyüktür.



Amerikan hükümeti 1940 yılının Aralık ayında Japonya’ya karşı çelik ve savaş malzemesi satışına ambargo getirmişti. 24 Temmuz 1941 tarihinde ise Roosevelt, Japon birliklerinin Hindiçini’den çekilmesini istedi ve bunu zorlamak için, iki gün sonra, bir yandan Amerika’daki Japon varlıklarını dondururken, petrolü de ambargo listesine dahil etti. O gün Japonya’nın elinde, savaş koşullarında sadece altı ay yetecek petrol stoku vardı. Bu bittikten sonra savaşması olanaksızdı. Ya boyun eğip ‘imparatorluk’ hülyalarına veda edecek ya da giderek yaklaştığı Java ve Sumatra petrollerini ele geçirip planlarına sahip çıkacaktı.

Japonya’nın ikinci yolu seçmesi günün psikolojik koşullarında kaçınılmazdı. Ekim ortalarında Prens Konoye’nin hükümeti düşüp yerine hırslı general Hideki Tojo geçince, tercih belli oldu. O halde yapılacak tek bir şey kalıyordu: Hakimiyetin önündeki tek engel olan Amerikan Pasifik Filosu’nun imhası.

BASKIN PLANI

Pearl Harbor planı tam bir yıl önce Japonya’nın en büyük stratejisti (ve Harvard mezunu) İsoroku Yamamoto’nun kafasında oluşmaya başlamıştı. İngiliz torpil-bombardıman uçaklarının 1940 Kasım’ında çok iyi korunan Taranto limanındaki üç İtalyan zırhlısını batırması da bu fikrin gelişmesinde etkili olmuştu.

Amiral Yamamoto, ABD ile savaşa karşı olmasına rağmen İmparatorluk Birleşik Filoları Komutanı olarak planını yaptı ve geliştirilmesinde büyük pay sahibi olduğu uçak gemilerinden altısını bu işe tahsis etti. Bunları Amiral Nagumo’nun komutasındaki 1. filoda toplayarak Kasım ortalarında çok büyük bir gizlilik içinde Kuril Takımadaları’ndaki Tankan Körfezi’nden yola çıkardı.

Nagumo telsiz yasağına uyarak Amerikalıların beklemeyecekleri bir yönden Hawai’ye yaklaşırken 2 Aralık günü son ve kesin talimatı aldı: “Niikita dağına tırmanın”.

ŞİFRE ÇÖZÜLÜYOR

Japonlar Honolulu’daki casusları aracılığıyla gemilerin hareketlerini izliyor, Amiral Kimmel’in pazar günleri gemilerini limanda tuttuğunu biliyorlardı. Ayrıca Aralık ayında havalar, Malezya ve Filipinler’e yapacakları eşzamanlı çıkarmalar için uygun olacak, keza ayışığının olmaması donanmanın karanlıkta Hawaii’ye yaklaşmasını kolaylaştıracaktı.

Amerikalılar, Japonların donanma şifresini çözmüşler ve bir görev gücünün denize açıldığını öğrenmişlerdi. 27 Kasım günü Pasifik’teki dört askeri komutanlığa açık bir savaş uyarısı yapıldı ve birkaç gün içinde Japon saldırısı beklemeleri söylendi.

Bu durum, ABD’yi savaşa sokmak isteyen Roosevelt’in işine geliyordu. İlginçtir ki saldırıya uğramayan Panama ve San Fransisco komutanlıkları derhal tedbir alırken, topun ağzındaki Honolulu ve Filipinler gereken ciddiyeti göstermediler.

ROOSEVELT’İN POLİTİKASI

6 Aralık günü özel danışmanı Harry Hopkins, Roosevelt’e, Japonlara istedikleri yere saldırma serbestisi vermek yerine kendilerinin ilk darbeyi indirerek sürprizi önlemedikleri için üzgün olduğunu söyledi.

“Hayır” diye yanıtladı Başkan, “Bunu yapamayız. Biz demokratik ve barışçı bir halkız...”
Roosevelt rahattı çünkü birkaç haftadır telsiz yasağı ile savaş durumuna geçmiş olan Japon filolarının Güneydoğu Asya’ya saldıracakları değerlendirmesini yapmışlar ve komutanlıklarına ‘harbe hazır olun’ emrini vermişlerdi. Şaşırdıkları tek şey hedefti.
7 Aralık Pazar günü Roosevelt ve Hopkins sakin bir öğle yemeğinden yeni kalkmışlardı ki bir telefon geldi. Arayan Donanma Bakanı Knox idi:

- Merhaba Frank.
- Sayın Başkan, öyle anlaşılıyor ki Japonlar Pearl Harbor’a saldırdılar.
- Olamaz.

Roosevelt eksiksiz bir savaş bahanesi beklerken mükemmel bir baskınla karşılaşmıştı. (Saat farkından dolayı Washington’da vakit öğleyi geçmişti.) Ama gerçekten böyle miydi?

SAATİ SAATİNE BASKIN

6 Aralık gecesi Kimmel erkenden yatmış, karargahta birkaç nöbetçiden başkası kalmamıştı. Honolulu sokakları izinli askerlerle doluydu. 7 Aralık Pazar gününün ilk saatlerinde şehir yavaş yavaş sessizliğe teslim oldu.

Saat 03.42: Condor mayın gemisinin nöbetçi subayı Teğmen McCloy denizde bir periskop görür ve derhal bildirir. Devriyedeki Ward destroyeri alarma geçer ama bir şey bulamaz.

Saat 04.50’de yeni bir denizaltı görülür ve bildirilir ama karargah yine önem vermez.

Saat 06.30: Ortalık aydınlanırken yeni bir denizaltı görülür ve Ward tarafından batırılır. Bu, Japonların büyük gemilerle taşıyıp Honololu açıklarında bıraktıkları 5 mini denizaltıdan birisidir ve bunların hepsi batırılacaktır. Bu andan itibaren karargahın tutumu en azından inanılmaz bir aymazlık olarak nitelenebilir.

Saat 07.02: Oahu adasının ucundaki radar istasyonu kapatmak üzeredir. Birden ekranda çok sayıda nokta belirir.


Saat 07.20’de karargaha, “132 milde birçok uçak” ihbarı verilmiştir.
Yanıt çarpıcıdır: “Boşverin !..” Nöbetçi teğmen Tyler bunu California’dan beklenen B-17 filosu sanmıştır. Halbuki bunlar Nagumo’nun saat 06.00’da havalanan 183 uçaklık ilk saldırı grubuydu. 50 bombardıman, 51 avcı ve 40 torpil uçağından oluşuyordu. İlk bombaların düşmesine daha 35 dakika vardı ve o andan itibaren bile bazı tedbirler alınabilirdi.

DEĞERLENDİRİLMEYEN İSTİHBARAT

Görüldüğü gibi, Kimmel’in karargahı hem istihbarat tarafından ikaz edilmiş hem de son saatlerde, kendi tedbirlerindeki tüm eksikliklere rağmen, yaklaşan düşman tesbit edilmişti.

Ancak değerlendirilmeyen istihbarat neye yarar! Amerikalılar Pasifik’in tam ortasında, en yakın kıyıdan binlerce mil uzakta gaflet uykusuna yatmışlardı. Ve dahası vardı. Gemiler uyarıldıkları halde, hava hücümunu hiçe sayacak şekilde yan yana sıralanmıştı. Havaalanlarında ise bir sabotaj ihtimaline karşı tüm uçaklar alanın ortasında bir araya toplanmış, tam bir hedef haline getirilmişlerdi.



Saat 07.55’de ilk bombalar düşmeye başladı. 127 parçalık Pasifik Filosu’nun 97 gemisi limandaydı. Pilotlar Ford adasının etrafına demirlemiş 8 zırhlı üzerinde yoğunlaştılar. Bunların dördü, Arizona, Oklohama, West Virginia ve California battı. Maryland, Tennessee, Nevada ve Pennsylvania ise yaralandılar ama kısa sürede onarıldılar. California da daha sonra yüzdürüldü. Ayrıca üç destroyer ve dört küçük gemi battı, üç kruvazör ve başka bazı gemiler de yara aldı.

Saat 08.15’de kalkan 170 uçaklık ikinci Japon dalgası, ağırlıkla tesislere ve havaalanlarına yöneldi. 349 Amerikan uçağı yerde imha edildi. Amerikalılar sadece birkaç uçak havalandırabildiler.

08.55’de tüm saldırı bitmişti.

GEÇİCİ SONUÇ

Mini denizaltıları saymazsak, Japonya 29 uçak ve 55 havacı yitirmek pahasına Pasifik’in hakimi olmuştu. Ama çok kısa bir süre için! Çünkü esas hedef olan dört Amerikan uçak gemisinden hiçbirisi o gün Pearl Harbor’da değildi ve bunlar kısa süre içerisinde baskının intikamını alacaklardı…

Bütün bunlar olurken, Washington’daki Japon elçilik katipleri savaş ilanının şifresini çözmek için saatler harcıyorlar, büyükelçileri bunu baskın saatinde ABD Dışişleri’ne veremiyordu. Saldırının savaş ilan edilmeden yapılması Amerikalıları çok kızdıracak ve Hiroşima’daki bombanın nedenlerinden birisi olacaktı.

PEARL HARBOR’UN RÖVANŞI

Baskın sırasında Pearl Harbor’da bulunmayan Amerikan uçak gemileri Lexington ve Yorktown, 6-8 Mayıs 1942 günlerinde yapılan Mercan Denizi muharebesinde iki Japon uçak gemisini saf dışı edip, bir hafif uçak gemisini batırdılar. Bu olay, gemilerin birbirini hiç görmeden sadece uçaklarla yapılan ilk muharebe olarak tarihe geçti. Lexington battı; ama tüm askerleri Kuzey Afrika’da savaşan Avustralya üzerindeki Japon tehdidi de böylece sona erdi.


Yorktown ise Pearl Harbor’a döndü ve 4 Haziran’da yapılacak olan büyük Midway Savaşı’nda Hornet ve Enterprise’a katılmak üzere inanılmaz bir hızla tamir edildi. Stratejik Midway adasını almak ve Amerikan uçak gemilerini yok etmek üzere toplanan 200 parçalık Japon filosunda 8 uçak gemisi ve 11 zırhlı bulunuyordu. Buna karşılık Amerikalılar 3 uçak gemisi etrafında 76 parçalık bir filo hazırlayabilmişlerdi. Ne var ki Japonlar güçlerini dağıttılar. İki uçak gemisini, Amerikalıları kuzeye çekmek için Aleutian Adaları’na doğru göndermişler, iki uçak gemisini de esas filonun çok gerisindeki çıkarma filosuna tahsis etmişlerdi. Japon şifresini çözen Amerikalılar birçok bocalamaya ve Yorktown’ın bu sefer batmasına rağmen, Japon İmparatorluk Filosu’nun belkemiği olan en önemli dört Japon uçak gemisini batırdılar.


Böylece intikamlarını aldılar ve Pearl Harbor’da yitirmiş oldukları moral üstünlüğünü yeniden kazandılar. Bundan sonrası Japonya için sadece uzun bir yenilgiler serisi olacaktı. Midway’den sonra Amerikalıların elinde sadece iki uçak gemisi kalmıştı. ABD iki yıl içinde filo tipinde 40, eskort tipinde 60 uçak gemisi yapacak ve hizmete sokacaktı.

2 Mart 2010 Salı

Bataklık Cesetleri



Tarih: İÖ 1. yüzyıl-İS 4. yüzyıl
Yer: Kuzey Avrupa

1640 baharında Schalkholzer Bataklığı'ndan bir insan cesedi çıkarıldı. Adam herhalde öldürülmüş ve oraya gömülmüştü.
BAUERNCHRONIK DES HARTICH SIERK AUS WROHM, 1615-64.

Kuzey Avrupa'nın şaşırtıcı derecede iyi korunmuş bataklık cesetleri hem popüler hayalgücünü hem de bilimsel varsayımları uzun bir süre etkilemiştir. Bu ıssız ve tehlikeli bataklıklarda bu insanların ne işleri vardı? Nasıl bu kadar iyi korunabilmişlerdi? Ve cesetlerin çoğunun şiddete maruz kaldıkları gözönüne alınırsa neden burada ölmüş ya da öldürülmüşlerdi? Bunlar tanrılara ya da bu sulak yerlerin ruhlarına mı kurban edilmişlerdi? Yoksa kaza ya da cinayet çok daha inandırıcı bir açıklama olabilir miydi?

Bataklık cesetlerinin ilk esrarı olan bu kadar iyi korunmuş olmaları kolaylıkla açıklanabilir. Burada en önemli şey, bataklıklardaki bataklık yosununun turba oluşturmasıdır. Bu da bakterilerin üreyememesi ve böylece de organik maddelerin (aynı zamanda bataklık cesetlerinin) bataklık yosunu içinde bakteri saldırısına uğramaması demektir.

Yosunda doğal bir deri tabaklama kimyasalı vardır ve bu da bataklık cesetlerinin derilerini korurken, rengini de "Maillard reaksiyonu" adı verilen bir süreçle koyu kahverengiye dönüştürür. Bataklık yosunu ölünce turbaya dönüşür ve bataklık cesedi, biriken tabakaların altında kalır. Son yüzyıllarda yakıt olarak turba kullanılması ve son zamanlarda bahçelerde turbanın hâlâ kullanılır olması nedeniyle, bataklık cesetleri bu turba kullanımı sırasında tekrar günışığına çıkmıştır.

KEŞİF VE TARİHLEME

Eski çağların bataklık cesetlerinin en eski keşif kayıtları 17. yüzyıldadır ve 18. ile 19. yüzyıllar boyunca bulunan ceset sayısı da artmıştır. Bu cesetlerden bir kısmı bir iz bırakmadan kaybolmuşlar, bir kısmı yeniden kutsanmış topraklara gömülmüşler ama turba bataklığının koruyucu ortamı olmadan hemen çürümüşlerdir. En az bir bataklık cesedi, "mumya tozu" kaynağı olduğu gerekçesiyle pahalı bir ilaç olarak satılmıştır.

Ciddi bilimsel araştırmalar ancak 1870'lerden sonra başlamışsa da, en ünlü bataklık cesetleri keşifleri ancak 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Aynı zamanda teknolojideki ilerlemeler de Danimarka'daki Tollund (1950) ve Britanya'daki Lindow Moss (1984) cesetlerinde ayrıntılı analizler yapılmasını mümkün kılmıştır.

Bataklık cesetlerinin mükemmel bir biçimde korunmuş olmaları gerçek eskiliklerini maskelediği için, bunların gerçekten ne kadar eski olduklarım anlamak için büyük çabalar harcanmıştır. Danimarka'da 1950'de Tollund Adamı'nı bulan turba kesiciler, yakınlarda öldürülmüş bir cinayet kurbanı bulduklarım sanarak polise başvurmuşlardı.

1983'te Cheshire'da Lindow Moss'da saçları, gözleri ve beyninin bir parçası olan bir kafatası bulununca polis bunun bilinen bir cinayet kurbanına ait olduğunu sanmış ve zanlı kişi de, delilleri görünce cinayeti işlediğini itiraf etmişti. Ancak radyokarbon testleriyle Tollund Adamı ile Lindow Kadını'nın ikisinin de yaklaşık 2000 yaşında oldukları saptanmıştır.

En yaşlı bataklık cesedinin -Danimarka'nın Fyn adasından Koeljberg Kadını- 10.000 yıl öncesine ait olduğu tespit edilmiştir. Mezolitik Dönem'e ait olan bu cesette, daha sonraki Neolitik örneklerde olduğu gibi, yumuşak doku korunamamıştır. Bataklık cesetleri tam olarak Demir Çağı'nda başlamakta ve Britanya ile irlanda, Hollanda, Danimarka ve Almanya'da çıkmaktadır.

Küçük bir kısmı Ortaçağ ya da Ortaçağ sonrası döneme aitse de, büyük bir çoğunluğu İÖ 1. yüzyıl ile İS 4. yüzyıl arasındaki dönemden kalmadır. Bu sıklık bunların kaza sonucu ölmediklerini, o belirli dönemde Kuzey Avrupa'nın pek çok bölgesine özgü kurban ya da idam uygulamaları olduğunu göstermektedir.

Kuzey Avrupa'nın bataklıklara ve sulak yerlere ritüel gömme âdeti, yalnızca bulunan insan kanıtlarıyla değil, İÖ 1650 tarihinden kalma Trundholm güneş arabası gibi gelişmiş madeni eşya ile de belgelenmiştir.


CİNAYET Mİ, KURBAN MI?

Bu insanların zamansız ve şiddet kullanılarak öldürüldükleri bellidir. 1984'te Lindow Kadını'nın yakınlarında bulunan Lindow Adamı'nın başına iki darbe vurulmuş, boğazı kesilmiş ve boynu bir garotla kırılmıştı. Diğer Danimarka bataklık cesetleriyle Graubelle Adamı'nın da boğazı kesilmişti ama alnındaki yara ve kırık bacağı da bir kaza olamazdı.

Tollund Adamı asılarak öldürülmüştü. Borremose Kadını'nın kafa derisi yüzülmüş olabilir. Yde Kızı bıçaklanmış ve boğulmuştu. Bu insanların çok farklı yöntemlerle öldürülmüş olmaları gerçekten ilginçtir. Bunların cinayet kurbanları olmayıp planlı olarak idam ya da kurban edilmiş olduklarını gösteren başka özellikler de vardır. Cesetlerin büyük bir kısmı çıplak gömülmüştü; giysilerin bulunduğu durumda bunlar sanki kişi idamdan önce soyulmuş gibi başka yerlerde bulunmuştu. Windeby ve Yde genç kızlarının başlarının bir yanı tıraş edilmişti.

Arkeologlar bu cesetlerin açıklamasını 2. yüzyıl başlarında yaşamış Romalı yazarlardan Tacitus'ta aramışlardır. Tacitus, Cermen halkları üzerindeki araştırması Germania'dâ Kuzey Avrupa yerli toplumlarında bazı suçlar için verilen cezalar konusunda şunları yazmaktadır: "Hainler ve asker kaçakları ağaçlara asılırlar. Korkaklar, görevden kaçanlar ve doğa-dışı suçlar işleyenler sazdan bir sepet altında bataklığa gömülürler." Burada sözü edilen "doğadışı" hem eşcinsellik hem de rastgele cinsel ilişki olabilir.

Zina suçu işleyen kadınlar ayrı olarak ele alınmıştır: "Suçlu kadın kocası tarafından cezalandırılır. Koca kadının saçlarını tıraş eder, onu çırılçıplak soyar ve akrabaların önünde evinden çıkarıp köyün içinden geçirerek kırbaçlar." Bulunan cesetlerin çıplaklığı bu anlamda rezil etme işareti olabilir. Erken Ortaçağ döneminden bir Burgonya yasasına göre kocasını reddeden bir kadın bataklığa atılır.

Bataklık cesetlerinin suçlular mı yoksa kurbanlar mı oldukları henüz kesin değildir. Kuzey Avrupa'da adakların göllere ve bataklıklara atılma geleneği vardır ve bunların arasında, Trundhum güneş arabası gibi görkemli madeni eşyalar da bulunmaktadır. Bataklık cesetleri de bu geleneğin bir parçası olarak görülebilir. Ama aynı zamanda bataklığa gömülmenin İS ilk yüzyıllarda Cermen toplumları tarafından bir ceza türü olarak kullanıldığını gösteren kanıtları da gözardı edemeyiz.

Bataklık cesetlerinde yapılan mide analizleri, kurbanın son yemeğini tespit etmemize yarayan ipuçları da vermiştir: Tollund ve Grauballe Adamı son yemek olarak yavan bir yulaf çorbası içmişlerdir. Ancak Grauballe Adamı'nın parmak uçları elleriyle çalışmadığını gösterdiği için kendisi yüksek düzeyde biri olmalıydı.

Yediği yulaf zehirli olduğundan komadayken ölmüş olabilir. Son analizde Kuzey Avrupa'nın bataklık cesetleri için bir tek açıklama olmayabilir. Ancak bunlardan pek azının sisli havada uğradıkları talihsiz ve basit bir kaza sonucu bataklıkta öldüğü açıktır.

İnkaların Çocuk Kurbanları



Tarih: 14-15. yüzyıllar
Yer: Ekvator, Peru, Şili, Arjantin ve Bolivya

Bir keresinde bu adaya kurban edilmek üzere on dört yaşında bir kız getirilmişti. Ancak başrahip kızı kabul etmedi. Vücudunu titiz bir muayeneden geçirince memelerinin birinin altında küçük bir ben bulmuştu. Bu nedenle tanrılarına kurban edilmeye değer bulunmamıştı.
PEDER BERNABECOBO, 1653

İnka İmparatorluğu'nu Konu edinen ilk vakayinameyi yazan İspanyol vakanüvislerinden Peder Barnabe Cobo, bize şimdi Bolivya Cumhuriyeti'nde olan Titikaka Gölü'ndeki Güneş Adası'ndan getirilen genç kızın yukardaki hikâyesini anlatır. Kız, eski Andlar'ın en büyük hac merkezlerinden ve dini tapınaklarından birinde kurban edilecekti. Ancak kız, kurban edilemeyince hikâyesini İnka İmparatorluğu'nun 1532'de fethinden birkaç yıl sonra adaya gelen bazı İspanyollar'a anlatacaktı.

İnkalar hakkındaki bilgilerimiz Cobo gibi eski zaman vakanüvislerinden ve çağdaş arkeolojik araştırmalardan gelmektedir. İnka İmparatorluğu'nun çok büyük, çok-etnikli, çok-dilli bir devlet olup 4000 kilometrekare bir alana yayıldığını biliyoruz, iktidar hanedanlarını 16. ya da 14. yüzyılda kuran halk Andlar'ın çok yükseklerinde olan Cuzco'da yaşıyorlardı ve burası onlara göre dünyalarının maddi ve manevi merkeziydi.

İnka İmparatorluğu'nun Quechua dili konuşan ataları birkaç kuşak içinde Batı Amerika'nın bu geniş topraklarında yaşayan onlarca farklı etnik grubu ve topraklarım fethetmişlerdir. İsyanlar çok sıktı ve böyle büyük bir alam ve halkı kontrol altında tutmak çok güçtü. Dünyanın diğer eski imparatorluklarında olduğu gibi, farklı grupları iktidardaki hanedanların kontrolü altında tutmanın ve İktidarlarını yaygınlaştırmanın başlıca yolu, bir devlet dininin kurulmasıydı.

ANDLAR'IN KUTSAL YERLERİ

İnka İmparatorluğu boyunca ve ondan yüzyıllarca önce And halkları kutsal yerlerde "Huaca" adını verdikleri tapınaklar inşa ederlerdi. Huaca'lâr ruhani gücü olduğuna inanılan bir doğa parçasındaki doğal ya da insan elinden çıkma bir mekândı. Bunlar mağaralarda, su kaynaklarında, büyük kayalarda, tepelerde, pınar ya da köprü yakınlarında ve dağların doruklarında yapılırdı. Bu huaca'larda adaklar çok yaygındı.

En popüler adaklar koka yaprağı dolu sepetler, renkli deniz kabukları, lamalar, alpakalar, mısır birası, bez, metal heykelcikler ve bazen de çocuklardı. İlk İnkalar Cuzco bölgesinde yüzlerce tapmak yapmışlardı ve bunların her biri yeni doğmakta olan İmparatorluktan akraba gruplar tarafından bakılır ve korunurdu.

İmparatorluk büyüdükçe devlet Güneş Adası'nda-ki gibi daha büyük tapmaklar inşa etti. Tapınak külliyeleri belli başlı huaca'larda Güneş'e, Ay'a, Gökgürültüsü Tanrısı'na ve diğer tanrılara adanırdı. Bu huaca'ların çevresinde bir din geliştirmek için çok büyük kaynak ve enerji harcanmıştı. Görkemli tapınaklar Cuzco soylularının, uyruklarının yaşamları üzerinde sahip oldukları ideolojik ve politik gücü vurgulamaktaydı.

İNSAN KURBAN ETME

İnsan kurban etme, İnkalar'ın bir icadı değildi. İspanyol öncesi And ikonografisinde genelde savaş tutsakları olmak üzere kurban edilmiş insanların tasvirleri yer almaktadır. Hatta Peru'da ilk yontulmuş taş kitabelerde, kafaları kesilmiş savaş tutsakları görülür. Diğer kültürlerde de insan kafası ganimet olarak alınmıştır. İnkalar bu uygulamaları imparatorluğu bir arada tutan devlet dininin ve imparatorluk ideolojisinin bir parçası haline getirmişlerdir.

Çocukların kurban edilmesi de bu bağlamda ele alınmalıdır. Çocuklar capac hucha adı verilen politik bakımdan önemli bir ayinde kurban edilirlerdi. Colin McEwan ve Maarten van de Guchte'ye göre bu terim, "Kraliyet yükümlülüğü" olarak çevrilebilir.

Bu bilimadamları, araştırmalarında, altı ile on yaşında çocukların imparatorluğun dört bir yanındaki köy ve kasabalardan Cuzco'daki başkente nasıl gönderildiklerini anlatırlar. Bazıları için bu, yüzlerce, hatta binlerce kilometre yol demekti. Çocuklar ve kendilerine eşlik edenler yol boyunca köylerden şarkılar söyleyerek geçerlerdi.

Cuzco'ya vardıktan sonra kentin merkezinde toplanırlar ve İnka rahipleri tarafından sembolik olarak evlendirilirlerdi. Hayvanların ve diğer adakların kurban edilmesinden sonra, çocuklar Cuzco'nun büyük meydanının çevresinden geçirilirlerdi. Sonra tekrar köy ve kasabalarına gönderilir, buralarda yeni törenler yapılırdı. Törenin sonunda çocuklar alkol ve diğer maddelerle uyuşturulur ve memleketleriyle ilişkili bir huaca'da öldürülürlerdi.

Arkeologlar Andlar'ın her yerinde çocuk kurban edildiğini saptamışlardır. Bu capac hucha törenlerinin kalıntıları adalarda, mağaralarda ve dağ tepelerinde bulunmuştur. Arkeolog Johan Reinhard, And-Ur'da çoğunlukla karla kaplı volkanik doruklarda kurban izlerine rastlamıştır.

Bu kurbanların oralardan çıkarılması, dünyanın en güç arkeolojik çalışmalarıdır: Reinhard ve arkadaşları 6000 metre yüksekliğe çıkmak, oksijen azlığından doğan yükseklik yorgunluğu, buz, kül ve karla mücadele etmek zorundaydılar. Eski çağların insanlarının, o dağlara çağdaş araç gereç olmadan çıkmalarındaki kararlılık gerçekten şaşırtıcıdır.

Bu mumyaların bulunması beceri olduğu kadar şans da gerektirir. Beceri bunları nerede arayacağını bilmek ve şans da cesetleri ortaya çıkaracak doğru çevre koşullarının bir araya gelmesidir. Yağmacılar çalmadan ya da havayla temas ettiği için havadaki mikroorganizmalar tarafından cesetler bozulmadan mumyaları elde etmek için, Reinhard ve ekibi buzları ve kaya kadar sert toprağı kazmak, bulgularını bilimsel olarak kaydetmek ve sonra mumyayı kamplarına güvenli bir şekilde taşımak zorundaydılar.

Belgelerde çocuk kurban etmeye ilişkin büyük törenler hâlâ anlatılmaktadır. Peru'da Arequipa yakınlarında Ampato'da bulunan arkeolojik kanıtlar bu belgeleri doğrulamaktadır. Ampato kızı görkemli tüylü bir başlık, çanak çömlek, kaşıklar, ahşap kupalar, giyimli metal heykelcikler, yiyecek ve güzel kumaşlarla gömülü bulunmuştu.

Kutsal bir renk olan kırmızı toprak, mezarının zeminine serilmek üzere dağın tepesine taşınmıştı. Kurban yerinin çevresinde inşa edilen platformlar ve belki de başka binalarda başka küçük çocukların kurban edildikleri kuşkusuzdur.

Eski ve yeni dünyadaki diğer imparatorluklarla kıyaslandığında çocukların kurban edilmesi İnka devletinde pek nadir rastlanan bir şeydir. Ancak çocuk kurban edildiği bir gerçektir ve bunun çok önemli dini ve politik amaçları vardı. Yerel bir yöneticinin çocuğunu kurban edilmek üzere vermesi, hem İnka devletine hem de taptıkları yaratıcı tanrılara bağlılığının kanıtıydı.

Kurban edilmek üzere Cuzco'ya bir tören alayı halinde götürülen düzinelerce çocuğun görüntüsü, İnka devletinin gücünün yılda bir kere olsun gözler önüne serilmesiydi. Bu trajik ama güçlü devlet kurumunu tam olarak değerlendirebilmek için, inka İmparatorluğu'nun siyasal mantığını ve dini ilkelerini tarihi bağlamı içinde anlamamız gerekir.

Zapotek ve Kıstak Yazıları



Zapotek ve Kıstak Yazıları
Tarih: İÖ 500-İS 2. yüzyıl
Yer: Meksika
La Mojarra dikilitaşı uzun bir yazılı metnin en eski örneğidir ve Mezoamerika'da bulunan kitabelerin en önemlisidir.
MARTHA J. MACRI, 1993

İkisi de henüz çözülememiş olan Zapotek yazısı (Meksika'da Oaxaca eyaletinin) ve Kıstak yazısı (adım Tehuantepec Kıstağı'ndan almıştır) Orta Amerika'daki pek çok Maya-öncesi metnin en önemlilerindendir.

Birincisi Amerika kıtasının bilinen en eski yazı sistemi olup belki de İÖ 500 yılından kalmadır. Diğeri daha geç döneme ait olup İS 2. yüzyıldan kalmış olabilir. Coğrafi olarak Zapotek yazısı ilk kez İS 3. yüzyılda kaydedilmiş olan Maya yazısına yakın olan Kıstak yazısının yakın bir komşusuydu. Bu nedenle Kıstak yazısını Zapotek yazısının ve onun da Maya yazısını etkilediği söylenebilir.

Bugünkü Zapotekler, Meksika'nın güneyindeki Oaxaca eyaletinin doğu ve güney kesimlerinde yaşarlar. Günümüz Zapotek kültürü, yerleşim ortamına (dağ, vadi ya da kıyı) ve ekonomiye (geçimlik, ticari, tarım ya da kentsel) göre değişir. Bugün, her köyde, karşılıklı anlaşmaya olanak vermeyecek kadar farklı lehçeler ya da ayrı diller konuşulur.

Zapotek kitabelerinin çoğu ve en önemlileri- çağdaş Oaxaca kenti dışındaki Monte Albân tepelerinde kurulmuş Zapotek başkentinden çıkmıştır. Glifler görsel olarak Mixtec, Aztek ya da Maya yazılarına benzemezlerse de, Zapotekler tarafından icat edildiği sanılan aynı çizgi-ve-nokta rakamları ile çok benzer bir silindirik takvim sistemi kullanırlar.

Yazıyı çözmek için uğraşanların bir talihi de, bir İspanyol papazının 1578'de yayınladığı İspanyolca-Zapotekçe sözlüğünde zamanın Zapotek Dili'ndeki 20 günün adlarının bulunmasıdır. Ancak yazı sistemi yüzyıllar önce ortadan kalktığından her adın bir Zapotek glifi yoktur. Ama çağdaş bilimadamları gliflerden çoğunun anlamını simgeledikleri şeyden tahmin edip sonra bu anlamı gün adlarının İspanyolca'larıyla eşleştirerek bunu yapabilmişlerdir.

Takvimle ilgili olmayan gliflerin çözülmesi çok daha güç olmuştur. Bu, gliflerin dilinin teşhis edilmesine bağlıdır. Bu dil çağdaş Zapotek Dili'yle akraba olabilir ama bağlantı çok karışıktır. Gözönüne alınması gereken, dilin 2000 yılda uğradığı değişikliğin yanı sıra Zapotek dil grubunun kendi içinde çok bölünmüş olması ve üç büyük dal ile pek çok anlaşılmaz lehçelerin bulunmasıdır.

Ayrıca, kitabelerde yer alması beklenen eski yer adlarının Zapotek karşılıklarının çok azım bilmekteyiz. Bunun nedeni de Oaxaca'daki pek çok yerin, bölgeye İspanyol fethinden çok önce girmiş olan Aztekler'in dili olan Nahuatl'daki adlarıyla tanınmasıdır.

Yine de bilimadamları yazı sisteminde en az 100 temel Zapotek simgesi olduğunu saptamışlardır ki, bu rakam yazının yalnızca hecesel olamayacağı kadar çok ve Maya yazısı gibi logo-hecesel olmayacağı kadar azdır. Daha fazla kitabe bulunana kadar Zapotek sistemi tam olarak çözülemeyecektir.

KISTAK YAZISI...

Zapotek yazısı için söylenenler, Kıstak yazısı için de geçerlidir ama ilginç olan bu yazıdan elimizde daha az örnek olmasına rağmen bunu Zapotek yazısından daha iyi anlıyor olmamızdır. Bunun başlıca nedeni, Kıstak yazısının çoğunun bir hükümdar resminin de bulunduğu bir tek uzun ve tarihli kitabede bulunmasıdır. İkinci neden de, Tehuantepec Kıstağı'nda dil durumunun Oaxaca devletinde olduğundan daha anlaşılır olmasıdır.

Kıstak hikâyesi 1902'de, Güney Veracruz'da San Andres Tuxtla yakınlarındaki Tuxtla Dağları'nda bir tarlada yeşim taşından garip bir heykelcik bulunmasıyla başlar. Heykelciğin üzerinde, ördek kılığında bir adam ve bilinmeyen bir yazıyla 70 kadar karakter vardı.

Washington'da Smithsonian Enstitüsü'nde sergilenen heykel -tıpkı birkaç yıl önceki Phaistos Diski gibi- yazının başka örneği bulunmadığı için kült statüsü kazandı. Sonra 1986'da Tuxtla yakınlarında bir nehir kıyısındaki balıkçı köyü olan La Mojarra'da çıplak ayaklı bir balıkçı suyun altında 4 ton ağırlığında kitabeli bir taş buldu. La Mojarra dikilitaşında 400-500 karakter (ve İS 143 ve 156 tarihleri) bulunmaktaydı ve bunun Tuxtla heykelciğiyle aynı yazıyla yazıldığı belliydi.

Kıstak Dili'nin en muhtemel adayının günümüzde kıstakta ve çevre bölgelerde konuşulan Mixe-Zoque Dili'nin bir dalı olan Zoque Dili'nin erken bir formu olduğunda genel bir fikirbirliği vardır. Bazı araştırmacılar Mezoamerika'da (yazısız da olsa) en eski uygarlıklardan birini yaratan Olmekler'in Mixe-Zoque Dili'ni kullandıklarına inanmaktadırlar. Bu yüzden Kıstak yazısına, tartışmalı da olsa, "üst-Olmek" yazısı adı verirler.

Ancak Mixe-Zoque varsayımı spekülatiftir (İndus yazısı için yapılan Dravid varsayımı gibi). Bu, simgelerdeki örnek ve resimler Zoque Dili'nin bilinen kelimeleri, grameri ve sözdizimiyle eşleştirildiğinde muhtemel bir "çözüm" çıkmaktadır. "Çözülmüş" metnin kıyaslanabileceği başka bir Kıstak kitabesi olmadığından, bu çözümün doğru olup olmadığını bilemiyoruz. Aksine güçlü iddialara rağmen Kıstak yazısı henüz çözülmemiştir.

İndus Yazısı


İndus Yazısı

Tarih: İÖ 2500-1900
Yer: Pakistan/Hindistan
İndus vadisi mühürlerini kontrollü realizmin küçük şaheserleri ve boylarıyla oranlanamayacak devasa güçlü ama bir bakıma da ona tümüyle bağlı olarak tanımlamak bir abartma olmayacaktır.
SIR MORTIMER WHEELER, 1953


İndus Vadisi Uygarlığı, Büyük İskender zamanında bile çoktan kaybolmuştu. İskender'in elçisi Aristoboulos bölgeyi İÖ 326 yılında ziyaret ettiğinde "İndus Nehri yatağını değiştirdikten sonra binden fazla köy ve kasabanın terk edildiği bomboş bir ülke" bulmuştu.

İndus uygarlığı, tarih kayıtlarında bir daha 2000 yıldan fazla bir süre yer almamıştır. 1920'lerin başında Hintli bir arkeolog, İskender'in Hindistan'dan çekilirken inşa ettirdiği söylenen zafer sütunlarım ararken Mohenco-daro'daki (şimdi Pakistan'ın Sind eyaleti) höyük yıkıntısının asıl önemiyle karşılaştı.

Onun keşfi ve şimdi Pakistan olan 560 kilometre ilerideki Harappa'da benzer bir keşif, kayıtlı Hint uygarlığını bir darbede iki katı uzunluğuna çıkaracak, Ashoka'daki ÎÖ 250 yılındaki imparatorluk kitabelerinden İÖ 2500 yılına götürecekti. Hindistan Arkeolojik Araştırmaları Genel Müdürü Sir John Marshall başkanlığında bir heyet, hemen her iki yerde kazılara başladı.

Son seksen yıldır onlar ve onları izleyenler, Pakistan'da ve Kuzeybatı Hindistan'da Avrupa'nın yaklaşık dörtte biri kadar bir alanda, İÖ 3. binyılın eski Mısır ve Mezopotamya imparatorluklarından daha büyük bir alanda İndus Vadisi uygarlığına ait 1500 mekânı ortaya çıkardılar. Bunlardan çoğu köy ise de, beş tanesi büyük kentlerdi.

Indus uygarlığının doruk noktası olan ÎÖ 2500 ile 1900 yılları arasında Mohenco-daro ve Harappa, Mısır'da Memphis ve Mezopotamya'da Ur gibi kentlerle kıyaslanacak kentlerdi. Bunlarda büyük piramitler, saraylar, heykeller, mezarlar ve altın yığınları yoktu ama gayet iyi planlanmış sokakları ve çok ileri kanalizasyon sistemi 20. yüzyılın kent planlamacılığıyla kıyaslanabilirdi.

Süs eşyalarından bazıları ise -ta Ur kral mezarlığı kadar uzaklarda bile bulunan uzun, delikli akik bocuklar gibi- güzellik ve teknik gelişmişlikleri bakımından firavunların hazineleriyle rekabet edebilirdi. İndus Vadisi sakinlerinin yaşantılarını anlayışımızdaki bu ilerleme onların düşünceleri konusunda ancak tahmin yürütebilmemiz utandırıcı gerçeğini vurgulamaya yardımcı olmuştur:

Çünkü yazıları henüz çözülememiştir. Mısır hiyerogliflerinin ve Mezopotamya çivi yazısının aksine İndus yazısı duvarlarda, mezarlarda, heykellerde, dikilitaşlarda, kil tabletlerde ya da papirüslerde değil, yalnızca Mohenco-daro, Harappa ve diğer kentlerin bina ve sokaklarında dağınık halde bulunan mühür taşlarında, çömleklerde, bakır tabletlerde, bronz aletlerde, fildişi ve kemik çubuklarda görülmektedir. (Hindistan'da geleneksel olarak kullanılan palmiye yaprakları gibi kolay bozulabilen malzemeye de yazılmış olabileceği kuşkusuzdur.) Mühür taşları, yazıların en çok bulunduğu nesnelerdir ve yontuculuk stili ve zarafetleriyle bir kere görüldü mü asla unutulmayacak parçalardır.
Bilinen 3700 yazılı nesnenin yüzde 60'ı mühürlerdir, ancak bunların da yüzde 40'ı benzer oldukları için dili çözecek kimsenin elinde sanıldığı kadar fazla bir malzeme yoktur. Kenar uzunluğu 19-32 mm arasında değişen kare biçimli mühürlerin arkasında taşımaya ve asmaya yarayan delikli birer çıkıntı vardır. Mühürlerin ön yüzlerinde ise ince çelik kalem ve delgiyle eşsiz güzellikte oyma resimler yapıldığı da görülmüştür.

1990'larda bir miktar daha mühür bulunmuşsa da bu fazla bir şey sayılmaz. Yazılı mühürlerdeki yazılar özellikle çok kısadır: Ortalama bir mühürde, bir satırda dört karakter vardır, en uzun metin 26 karakterden oluşur ve toprak üçgen prizmanın üç yanına dağılmıştır. Mühür taşlarının çoğuna karakterlerin yanı sıra hayvan resimleri de kazınmıştır.

Bunlar genelde bildik hayvanların resimleridir: Suaygırı, fil, kaplan, bufalo gibi (ama ilginç olan maymun, tavuskuşu ya da kobra olmamasıdır). Ama tek boynuzlu at gibi fantastik olanlar da vardır. Kimi yoga pozisyonunda oturan insan biçimli yaratıklar tanrı ya da tanrıçalar olabilirler.

Başta Marshall olmak üzere çeşitli araştırmacılar bu figürlerin iki bin yıl sonra Sanskrit metinlerinde ilk kez sözü edilen Hindu tanrılarının öncüleri olduğunu iddia etmişler, hatta Marshall bunlardan birine "Proto-Şiva" adını vermiştir.
SİMGE KANITI

İndus yazısını çözmek için yüzden fazla ciddi ve bilimsel temelli girişim olmuş ve özellikle önde gelen İndus yazısı bilgini Asko Parpola başta olmak üzere, bütün metinleri toplama, kataloglama ve yayımlama alanında çok önemli çalışmalar yapılmışsa da, ortak bir çözüm konusunda fazla bir fikir birliği yoktur. Girişimlerde o kadar radikal farklılıklar vardır ki -biri îndus simgelerini Mısır hiyeroglifleriyle, bir diğeri Paskalya Adası rongorongo yazısıyla kıyaslamaktadır- bunların ortak noktaları hemen hemen yok gibidir.

Kesin ya da yüksek derecede olası olan şey yazma ve okumanın yönü, yazı sistemindeki simgelerin yaklaşık sayısı, bazı rakamların tanımı ve bazı metinlerin kelimelere ayrılabildiğidir.

Önemli bir ilk nokta, mühür baskısının okunmak için olduğudur (karakterler doğal olarak terstir). Ancak eldeki mühürler, mühür baskılarından çok olduğundan burada kuşkulu bir nokta vardır. Mühürlerin çoğunun aşınmış olmaması bunların belki de kullanılmayıp kimlik "kartları" ya da hatta muska gibi taşındıklarını da akla getirmektedir.

Ancak metal aletlerde ve çömlekler üzerinde doğrudan okunmak için yazılmış yazılarla, mühürlerdeki yazıların aynı sırayı ve yönü takip etmelerinden mühür baskısının okunduğunu anlıyoruz. Burada gösterilen resimlerin hepsi mühür baskılarıdır.

Yazının yönüne gelince, burada en güvenilir kanıt yazılardaki boşluklardır. Kısa bir satır sağ kenardan başlayıp sol kenarda bir boşluk bırakmışsa bunun sağdan sola yazıldığı varsayılabilir. Eğer sol kenarda bir sıkışıklık oluyorsa yine aynı sonuç çıkarılabilir. Bir mühürde okuyan üst sağ köşede başlamış, mührü saat yönünde iki kere 90'ar derece çevirmişti ve üçüncü kenar ile dördüncü kenarın tümü boştu, îndus yazısının yönü normal olarak mühür baskılarına göre sağdan solaydı.

Simgelerin sayısı olarak kabul edilen rakam 425 (artı-eksi 25)'tir. Bu anlamlı bir rakamdır. Temel simgelerin fonetik olup, Lineer B'de olduğu gibi heceleri temsil ettiği hecesel bir yazı sistemi için çok fazla, binlerce simgenin her birinin Çin dilinde bir kavramı ya da kelimeyi temsil ettiği Çince gibi yüksek düzeyde logografik bir yazı için çok azdır.

Buna en yakın kıyaslama herhalde 500 simgeli Hitit hiyeroglifleri ve 600 küsur simgeli Sümer çivi yazısıdır. Bu nedenle pek çok bilimadamı, fonetik hecelerin simgelerini teşhis etmekte fazla bir ilerleme kaydedilmemişse de, İndus yazısının Batı Asya'daki çağdaşları gibi simge-heceli yazı olduğunda hemfikirdirler.

HANGİ DİL?

Bunlara karar verebilmek için İndus Vadisi uygarlığında hangi dilin konuşulduğunu ve kitabelerde yazıldığını bilmek gerekir. Eğer bu dilin başka bir dille akrabalığı olmadığı olasılığını bir yana bırakırsak (kültürel sürekliliğin özellikle güçlü olduğu Hint yarıkıtası için bu mantıklı bir varsayımdır), akraba diller için iki güçlü aday vardır: Proto-Hint-Âri (Sanskrit) ve Proto-Dravid, yani Kuzey ve Güney Hindistan'ın iki büyük dil ailesinin atası. (Başlıca Hint-Âri dili olan Sanskrit Kuzey Hindistan'daki modern dillerin çoğunun kök dilidir.)

Günümüzdeki Dravid Dili'ni konuşanlar, îndus Vadisi'nden uzakta, hemen hemen yalnızca Güney Hindistan'da yaşadıklarından, coğrafi açıdan proto-Hint-Âri dilinin Dravid Dili üzerinde bir üstünlüğü vardır. Ancak Kuzey Hindistan'a Hint-Âri "istilası"nın îndus Vadisi uygarlığının ortadan kaybolmasından sonra, ÎÖ 2. binyılda gerçekleştiği düşünüldüğü için Proto-Dravid Dili, tarihi nedenlerle daha gözdedir.

Bu iddiayı destekleyen bir şey de Kuzey Hindistan'da Dravid dilleri cepleri olmasıdır. Bu dillerden biri olan Brahui Dili'ni konuşan 300.000 göçebe Belucistan'da (Batı Pakistan) îndus Vadisi'nin çok yakınında yaşamaktadırlar. Bu Dravid Dili konuşanlar herhalde bir zamanlar Kuzey Hindistan'da çok yaygın olan ve sonra Hint-Arileri'nin gelmesiyle kaybolan bir Dravid kültürünün kalıntılarıdır.

Bu nedenle bilimadamlarının çoğu proto-Dravid varsayımını kabul ederler. Bunlar Eski Tamilce, Telugu, Malayalam ve Kannada gibi eski Dravid dillerin kelimeleri ile îndus mühürlerinin ikonografik simge ve resimleri arasında mantıklı bağlar aramaktadırlar ve bunda da İndus Vadisi uygarlığına ait arkeolojik kanıtlardan, Dravid uygarlığı ve dini inançlarına ilişkin kültürel kanıtlardan yararlanmaktadırlar. Bu yöntem aslında varsayıma dayanmaktaysa da, simgelerden bazıları için ilginç "çözüm"ler ortaya atılmıştır ki, bu da eğer yeni yazıtlar günışığma çıktığı takdirde denebilecektir.

1 Mart 2010 Pazartesi

CANLILARIN GÖREBİLDİKLERİ

Her canlının gözü ve görme sistemi, onun yaşadığı hayata uygun olarak gelişmiştir. Gece veya gündüz mü yaşadıkları, av ile mi beslendikleri, kara, hava veya deniz canlısı mı oldukları insanı hayrete düşürecek bir şekilde gözlerinden anlaşılır.

İnsan dış dünyayı üç boyutlu görebilen yani sağ ve sol gözü cisimleri eş zamanlı algılayabildiği için derinlik hissi olan nadir canlılardandır. İnsanda sağ ve sol gözün görme oranlan çok ufak bir farkla hemen hemen çakışır ve bu ufak fark da üç boyutlu görmeyi sağlar. Hayvanlar sol gözle sol, sağ gözle sağ yanlarını görürler. Bu nedenle dış dünyayı bir resim tablosu gibi algılarlar yani derinlik boyutu yoktur.

Tavşan başını çevirmeden aynı zamanda hem arkasını hem önünü görebildiğinden arkadan habersizce yaklaşıp onu yakalamak mümkün değildir. Ancak bir tavşan başını çevirmeden burnunun ucunda olup biteni göremez. At da başını hafif çevirirse arkasındaki her şeyi görebilir.

Böylece ot yiyen hayvanların arkalarından yaklaşan et yiyici hayvanları fark edip kaçabilmeleri kabiliyeti sağlanmıştır. Yırtıcı et yiyicilerin ise gözleri önde olup görme alanları daha dardır ama gelişmiştir, düşmanın uzaklığını çok iyi ölçebilirler.

Su aygırlarının gözleri kulaklarına yakındır ve bu şekilde ağır vücutları suyun içindeyken bile etrafı gözetleyebilirler. Arının 12 000 gözü vardır, gözü meydana getiren bu binlerce merceğin her biri başlı başına bir gözdür. Bukelamunun gözleri birbirlerinden bağımsız çalışırlar. Bir göz avı izlerken diğer göz çevreyi tarayabilir. Eşeklerin gözlerinin konumu öyledir ki, her zaman dört ayaklarını da görebilirler.

Kurbağanın gözünün kapasitesi ise ancak önünden geçen bir sineği görüp yakalayabilmesini sağlayabilecek kadardır. Köstebeğin toplu iğne başı büyüklüğündeki gözleri onun toprak altındaki yaşamı için yeterlidir. Bazı hayvanlar renkleri gayet iyi görebilirken bir bölümü renge duyarlı değildir.

İnsan gözü ise bunların içinde en az bir amaç için kullanılanı ama en fazla şartlara uyum sağlayanıdır. Gözlerimiz insan oluşumuzdaki en büyük etkenlerden biridir. Bir çok memelinin en önemli duyusu koku, böceklerin ise tat iken insanlarda görme en üstün duygudur. Her ne kadar şahin kadar uzakları, kedi kadar karanlıkları, balık kadar su altını mükemmel görebilme yeteneğimiz olmasa da, yine de sadece sınırlı bir ortamı değil her şeyi iyi görürüz ve daha önemlisi iyi algılarız.

Yeryüzündeki tüm canlı türlerinin etraflarındaki nesneleri farklı biçimde gördüklerini biliyor muydunuz? Yani ne kadar canlı türü varsa, o kadar da farklı göz ve bakış açısı vardır.

Hayvanların gözleri ne kadar farklılık gösterirse göstersin aslında optik sistem aynıdır. Hepsi neticede birer fotoğraf makinesi gibi çalışır. Ancak görme sadece mekanik bir işlem değildir. Beynimiz gözden gelen sinyalleri algılamanın yanında ona duygularımızı da katar, yorumlar. Yani duygularımız ve çevre kavramları da gördüklerimizi etkiler. Kimine göre güzel olan bir şey bir başkasına çirkin görünebilir.

Tüm bunlardan insan gözünün kapasitesinin bir sınırı olduğu ancak kendi yaşam savaşını sürdürebilecek yeterlilikte olduğu sonucu çıkar. O halde yaşamda gözlerimizle göremediğimiz çok şey var. "Ben sadece gözümle gördüğüme inanırım" lafı da pek gerçekçi değildir. İnsan dünyanın pek çok özelliğini görememekte hatta hayal bile edememektedir. Siz, radyo dalgalarını, röntgen ışınlarını, uzaktan kumandanızın televizyonunuza gönderdiği sinyali görebiliyor musunuz?