28 Şubat 2010 Pazar

Nemrut Dağı ve Gizemleri



Tarihin neresine bakarsaniz bakin, muhakkak dünyanin bir yerinde, öz gün bir inanç veya mistik ya da okült bir yasam biçimi karsiniza çikacaktir. Bu tür gruplarin ana ilkesi kardesliktir, kardeslik adayi belli bir egitim, ögrenim ve sinav asamasin yasadiktan sonra ezoterik gizemlerle beraber yasamaya baslar ama bunlari disariya tasimasi yasaktir. Çünkü bilgi özeldir ve yeterince egitilmemis, amacini bilmeyen ve meraktan öteye geçemeyen yani hak etmeyen kisilere verilemez. Yüzyilin sonuna dogru, çogunlugu Rus olan bir grup okültist veya ezoterist gizemci pespese ortaya çikti; aralarinda Madam H.P.Blavatsky, Alexandra David Neale, P.D. Ouspensky ve G.I.Gurdjieff gibi çok önemli isimler bulunuyordu. Dogunun tanimiyla bunlar; "Bilgeligin Ustalari" ydilar. Tümü, uzak geçmisin ezoterik ve gizemci mantigi dogrultusundaydi, kurduklari gizem örgütleri günümüzde milyonlarca insani yönlendiriyor, yani "Kardeslik" hala yasiyor.

Yoksa, Hiristiyanligin gerçek lideri Nemrut'da miydi?

1920'de G.I.Gurdjieff, batiya geldi ve Fransa'da kendi adina bir gizem veya ezoterizm okulu açti, okulun izledigi yol çok eski bir ezoterik okulun yoluydu; bu çok uzak geçmisten gelen okulun adi "Sarmoung Kardesligi" idi. ipucu izlendiginde, (Gurdjieff hakkinda yazilan otobiyografi de bu yöndedir.) adi geçen örgütün temelinde büyük bir olasilikla, bir zamanlar Kuzey Mezopotamya'da gelisip, yayilan ama sonra yok edilen Hiristiyan Gnostik Okulu'ndan geriye kalanlar bulunuyordu, izleri sürdürdügümüzde bu kez günümüz Türkiye'sinin sinirlarinin içine giriyor ve kayip gizem okulunun Güneydogu Anadolu'da bulundugu anlasiliyordu yani Gurdjieff'in kurdugu örgütün en uzak geçmisinde yer alan kayip gizem okulu Anadolu'daydi; Ama nerede? iste burada ortaya çikan bir adam yeri buldugunu söyledi, adamin adi Adrian Gilbert'ti.

1972 yilinda, Adrian Gilbert haci olmak amaciyla, Filistin'e, Hz. isa'nin dogum yeri olan Betlehem'e gitmisti. Aslinda bilgeligin pesindeydi, bir gizem örgütü ariyor ve egitilmek istiyordu. Bölgede bir gizli okulun oldugunu duymustu, kulagina gelenlere göre Matta Incili'nde adi geçen Maji Okulu buradaydi, siki bir arayisin ve gizem dedektifçiliginin sonucunda, o da Gurdjieff'in izine rasladi, Filistin'de ortaya çikan iz, Fransa'da gelen izle Anadolu'da birlesiyordu ve Adrian Gilbert artik sonuçtan emindi; Kayip "Kardeslik Okulu" nün liderini ve yerini bulmustu; Gilbert'e göre örgütün kurucusu Commagene Krali l. Antiochus, yeri ise Nemrut Dagi'ydi.

Nemrut Dagi hep gizemli iddialara hedef oldu; hatta uzaylilarin gizli üssü oldugu bile iddia edildi; kesin olan tek sey dagda bilinmeyen veya henüz kesfedilmemis tünellerin oldugu ve efsanevi Commagene Krali l. Antiochos'un kayip mezaridir. Dagin gizemi, çok degisik alanlara yöneliyor;

Hiristiyanligin burada baslamasindan tutun da; Isa'nin dogumundaki simgesel anlama ve de Noel'in yanlis zamanda kutlanmasina kadar... "The Orion Mystery ve The Mayan Prophecies" kitaplarinin yazarlarindan arastirmaci Adrian Gilbert, bu sirri kovaladi, Rusya'dan Fransa'ya ve Misir'a, Filistin'den Güneydogu Anadolu'ya uzanan yorucu bir çalismadan sonra edindigi bilgileri, inanilmaz iddialarla bütünlestirerek, bir kitap yazdi ve gizem büyüdü.

Sira Urfa'da

Gilbert, Kral l. Antiochus'un yasadigi çagda varolan Sarmoung Kardeslik Örgütü ile yakin iliskisi oldugu görüsünde, onun Kuzey Firat bölgesine yayilan küçük kralliginin ana simgesi aslandi veya Commagene Aslani'ydi. Nemrut Dagi'nda bulunan dev mezar anitta, astrolojik ve Hermetik simgeler kullanilarak, gizem vurgulanmisti. Nemrut'da bulunan Aslan kabartmasinin üzerindeki Astrolojik simgeler aslinda bir horoskop yani yildiz haritasidir ve Gilbert burada belirtilen isaret edilen iki zaman dönemiyle, Kral'in dogum ve inisiye yani örgütte egitildigi tarihleri isaret ettigi düsüncesindedir, bu tarih 6 Ocak'tir yani isa'nin Yahya Peygamber tarafindan vaftiz edildigi tarih yani özgün adiyla "epiphanes" günü.Günümüzde, ayni tarihte Ortodokslar suya haç atarak kutlamalar yapiyorlar. Gilbert, Kral Antiochus'un kralliginin henüz bulunmamis bir yerinde 35 derece egiminde, 155 m. uzunlugunda, nereye gittigi bilinmeyen bir tünel oldugunu iddia ediyor. Aslinda bu iddia dogru, çünkü arkeologlar uzun zamandan beri bu bulmacanin pesindeler, Kahta'dan Nemrut Dagi'na uzanan tünellerin varligi biliniyor ama nereye gittikleri henüz anlasilamadi zira o boyutta kazilar yapilmis degil. Gilbert Commagene Krali'nin dogum tarihini de hesapliyor;bu tarih Günes'in, Regulus yildiziyla Aslan Burcu'nda bulusum yaptigi tarih yani 29 Haziran. Adrian Gilbert, Urfa'nin da (Eski adiyla Edessa) Orion Bilgeligi ile ilgili bir astrolojik merkez oldugu görüsünde ve bunun kanitlarinin da Eski Ahit'te yani Tevrat'da bulundugunu belirtiyor.

Kral'in dogumu ve Misir'a uzanan yol

Hiristiyanligin ilk yillarinda Urfa, çok önemli bir egitim merkeziydi ve kutsal kalintilar hala orada görülür. Haçlilar'in yikimlarindan sonra bölge, 1145'de islam Komutani Zengi taraf indan ele geçirilmis ve 1146'da da Zengi'nin oglu Nureddin, Haçlilari tamamen uzaklastirmisti.

Gilbert, arastirmalarinda kayip KardeslikÖrgütü'nün izlerinin Urfa'da da bulundugu belirtiyor ve Matta Incili'ndeki "Maji Öyküsü" nü hatirlatiyor. Mesih'in yani isa'nin dogumu yani Christmas Günü sandigimiz gibi 25 Aralik degildir, bu tarih aslinda antik bir Pagan festivalini simgeler (Mitralar'in Dogum Kutlamalari). Gerçek Christmas Milattan önceki 7. yilin 29 Temmuz'udur yani isa milattan 7 yil önce dogmustur ve o gün gök konumu çok özeldir; Günes her yil ayni tarihte, "Kral'in Dogumu" konumuna girer Aslan Burcu'ndaki "Küçük Aslan" veya "Aslan Yürek" de denen Regulus'la bulusur. Bu ayni zamanda da, gögün en parlak yildizi olan Sirius'un yükselis döneminin hemen sonrasidir yani Sirius özgün periyodundaki görünmezlik dönemini bitirerek, yükselmeye baslar. Misir Mitolojisi'nde Sirius yildizi, Tanriça isis'in özel yildizidir, görülmedigi dönemde Tanriça hamiledir, yükseldiginde yani parlamaya basladiginda oglu Horus dogar, bu da GünesRegulus bulusmasiyla simgelenir.

Simgelerin firtinasi

ilk Hiristiyanlar, bu mitolojik kavrami kullandilar, Sirius'un yükselmesi Meryem'in dogumuydu ama bu kez dogan Horus degildi çünkü Meryem'in oglu Isa'ydi, ayni anda görülen diger parlak yildizlar da önemliydiler, örnegin Orion isis'in esi yani kocasi olan Osiris'ti, Hiristiyan kültü, Osiris'e Joseph yani Meryem esi kisiligini verdi. Procyon yildizi da. Sirius gibi Orion'dan sonra yükselir ve isis'in kizkardesi Nephthys ile simgelenir ve o da orta es kisiligiyle bazi erken Hiristiyanlik söylencelerinde yer alir.

Zodyak yani Burçlar Kusagi genelde hayvanlarla simgelenir, Öküz yani Boga, Koyun yani Koç burçlari isa'nin dogdugu ahirda bulunan ve yemlenen yani beslenen iki hayvandir ve ahir Bethlehem kasabasindadir, kasabanin adinin anlami "Ekmegin Yeri" dir, Bethlehem kasabasi, Judah bölgesinde yani israil'in Aslan Kabilesi'nin yasadigi yerdedir ve bu kabilenin simgesi Aslan Burcu'ndaki veya takimyildizindaki Regulus'tur, sonuç olarak ezoterik anlamda GünesRegulus bulusumu, isa'nin ahirdaki dogumunu simgeler.

Üç gizemli adam mi yoksa gezegen mi?

Bebek isa'yi ziyarete geldiklerine inanilan üç çoban krala Bethiehem'e giden yolu yildizlar gösterir, yildizlarin geleneksel yeri ekliptigin kuzeyindeki simgesel bir hatti olusturur, bunlar Sirius'dan önce dogan Procyon, Castor ve Pollux'tur, çoban krallara yol gösterirler yani Sirius'un dogacagi yeri gösterirler. Adrian Gilbert, isa'nin dogumunda parlayan ve Bethiehem'den izlenen büyük yildizin tek olmadigina hatta yildiz olmadigina inaniyor, ona göre parlakligin nedeni iki dev gezegenin yani Satürn ile Jüpiter'in bulusumuydu, bulusum Balik Burcu'ndaydi ve bu nedenle de Hiristiyanligin gerçek simgesi balikli, iki dev gezegen, o konumda aksam gögünün (saat 21:30 civari) en parlak gök cisimleridirler ve çok net olarak çiplak gözle görülebilirler. Üç çoban kralin ezoterik anlamlari da böyledir yani Melchior, Caspar ve Balthasar'in; Satürn ve Jüpiter, iki kralla simgelenir; Melchior (Altin Krali Jüpiter) ve Caspar (Mür yani koku krali Satürn); Jüpiter astrolojik anlamda, sagligi ve zenginligi simgelerken, Satürn ölüm ve mezarin yanisira uzun yasami simgeler. Mür, Misir mitlerinde Satürn simgeselligi dogrultusunda, mumyalamada kullanilan bir maddedir. Üçüncü Çoban Kral yani üçüncü gezegen Günes'e en yakin gezegen olan Merkür'dür, bu da Balthasar'dir (veya Belteshazzar), ismin anlami "Yüce Efendi'nin Öncüsü" veya en yakin yardimcisi seklindedir. Merkür, Günes'ten biraz önce dogar yani sultanin veziri gibidir. Bebek Isa'ya altin ve mür'ün yanisira Balthasar tarafindan verilen üçüncü armagan günnük veya buhurdur, günnük simgesel olarak majikal fonksiyonlari uyandirir ve Merkür ile astrolojik dogrultuda iliskilidir.

Zaman geçerken, yanilgimiz artiyor;

Adrian Gilbert, tüm öykünün anlaminin farkli oldugu görüsünde, bizlere bu sekilde isa'nin dogum horoskobunun yani yildiz haritasinin anlatilmak istendigini düsünüyor, eger okuma dogru yapilirsa kesin zaman belirlenecektir, isa da Horus gibi bir kral olarak dogmustur, gezegenlere uygun armaganlar onun dogumunu simgelerler, Matta incili'nde armaganlarin bastan çikarici olduklari ve egosal amaçlarla kullanilabilecekleri vurgulanir. Yani üç gezegenin negatif yönleri vurgulanir, negatif yönler pratik Maji'nin reddedilmesi (Merkür), ölümsüzlük arzusu (Satürn) ve krallik yani iktidar hirsidir (Jüpiter). Daha sonraki olaylarda benzer anlamlar içerirler, Yahya Peygamber Ürdün Irmagi'nda isa'yi vaftiz ederken cennetten gelen bir güvercin simgeselliginde isa'ya en yüksek armagan verilir, bunun anlami gezegendeki en yüksek kralligin onaylanmasidir. Artik o. Logos'un yani Varolus'un araci olmustur.

Yani Vaftiz'in simgeselligi ve 6 Ocak kutlamalarinin anlami göksel bulusmanin gerçeklesmesi daha da ötede isa'nin göksel dogumudur. Ama daha sonra bu tarih degisecek, 25 Aralik'a kayarak, antik Roma'nin Satürn senlikleri Mitralar'in dogumu ile karisacaktir.

Bütün bunlardan anlasilan sey, Kayip Kardeslik Örgütünün içerigidir, Horus'dan, isa'ya oradan

da Kral l. Antiochus'a uzanan gizemin ezoterik anlami ve bunun astrolojik metodla, Hermetik Bilgelik düzeyinde simgesellestirilmesidir fakat tüm anlatilar ve Gilbert'in iddialari yine de asil gizemi açiklayamiyor; yildizlarin ve gezegenlerin etkinligi ya da önemi acaba kutsallik düzeyinde ezoterik simgesellik midir? Yoksa, dünya disindaki bir yerler mi ima edilmektedir? Sir, Orion ve Sirius'da sakli gibidir; bir gün bunu da ögrenecegiz; ne zaman mi? Kimbilir, belki de Nemrut Dagi'nin altinda yatan gizemi çözdügümüz zaman..

Aztekler



Büyük İspanyol denizcisi Cortez 1519 da "Mexico" vadisine geldiği zaman,karşılaştığı manzara onu hayrete düşürdü. Karşısında herşeyi ile muazzam bir şehir vardı. Büyük tapınakları , beyaz sarayları, muntazam bahçeleri çevreleyen geniş duvarları,büyük sokakları ile gerçekten medeni bir şehir. Azteklerin başkenti olan bu şehrin adı "Tenochtitlan" di.

Aradan asırlar geçtikten sonra yapılan kazılar Aztek medeniyetinin bilinenden de çok ileri olduğu gerçeğini ortaya koydu. Hele "Tenochtitlan" tapınağı gerçekten bir şaheserdi. O devrin olanakları ile bu tapınağın nasıl yapıldığı bugün bile aydınlığa kavuşamamıştır.

Kuzey Amerika kızılderilileri arasında, en ileri medeniyete ulaşmış olan Azteklerin önceleri göçebe olarak yaşadıkları zamanla, kendilerine daha verimli topraklar aramak için Meksika vadisine geldikleri anlaşılmaktadır. Buradaki kavimleri tutsak eden Aztekler, zamanla Meksika körfezini kendilerine vatan olarak seçmiş ve 1325 yılında da başkentleri "Tenochtitlan"ı kurmuşlardır.

1325 de nüfusu üç, beş bin kişiyi geçmeyen "Tenochtitlan" da 1519 da nüfus yüzbini geçmiştir.

Aztekler çeşitli tabiat kuvvetlerini tanrı olarak kabul etmişlerdi. Ayrıca (Ouetzalcoatl) adlı insan şeklinde bir tanrıya inanıyorlardı. İnançlarına göre beyaz bir insan olan bu tanrı yüz yıllarca önce "tekrar döneceğim" diyerek denize açılıp gitmişti. Bir gün bu Tanrı'nın döneceğine ve kendilerini mevcut sıkıntılarından kurtaracağına inanıyorlardı.

1519 da İspanyol denizcisi Corte, topraklarına ayak bastığı zaman,onu yüz yıllardır bekledikleri "beyaz tanrı" sandılar. Bu yüzden Cortez'i büyük törenlerle karşılayıp, ona çeşitli hediyeler sundular. Gerçeği anlayıp,Cortez'in gerçek kişiliğini öğrendikleri zaman ise iş işten geçmiş ve toprakları bir İspanyol sömürgesi oluvermişti.

Aztek'lerle Cortez'in kuvvetleri arasındaki savaş çok kanlı geçmişti.Aztek'ler aldıkları esirlerin göğüslerini yarıp, kalplerini çıkarıyor ve onu tanrılarına armağan ediyorlardı. Bu durum Cortez'in kuvvetlerini daha zalim davranmaya yöneltti. Cortez, Azteklere karşı korkunç bir terör'e girişti. Önüne gelen herşeyi yakıp yıkıyor,yerle bir ediyordu.Bu arada Aztek medeniyetine ait paha biçilmez eserler yokolup, gitti.

Kanlı mücadele tam iki yıl sürdü. 1521 yılında Aztek saltanatı son bulmuş ve ülke bir İspanyol sömürgesi olmuştu.

Mars’taki Gizemli Taş



Mars’ta, yüksek çözünürlüklü kameralarla çekilen görüntülerde tesadüf eseri ortaya çıkan dikilitaş biçimindeki gizemli bir kaya, tüm dünyadaki komplo teorisyenlerini heyecanlandırdı.
İngiliz Daily Mail gazetesinin haberine göre, Kızıl Gezegen’in yörüngesindeki Mars Reconnaissance Orbiter’ın (MRO) özel yüksek çözünürlüklü kamerasıyla 270 kilometre uzaklıktan geçen yıl çektiği ve yeni yayınlanan görüntülerdeki dikilitaş biçimli kaya, uzayla ilgilenenler arasında heyecan yarattı.

Monolit biçimli gizemli taş ilk bakışta anlaşılmazken, Lunar Explorer Italia adlı bir internet sitesi, bir bölgeye zum yaptıktan sonra uzun gölgesi bulunan tuhaf dörtköşe yapıyı ortaya çıkardı.

”2001: Uzay Macerası” filminin kilit sahnelerindeki siyah dikilitaşı hatırlatan monolit taşla ilgili eski Montreal radyo programcısı olan David Tyler, blogunda, ”Mars’ta eskiden bir uygarlık mümkün mü? Nasa’nın bunun yanıtını biliyor olması olası mı? Bu yakınlaşma için bir işaret mi?” diye sordu.

Ay’da yürüyen ikinci insan Buzz Aldrin de geçen hafta bir televizyon programında, ”Mars’ın aylarını ziyaret etmeliyiz. Mars’ın çevresinde 7 saatte bir dönen Phobos’ta patates biçimli alışılmadık bir yapı bir dikilitaş var. Kim koydu bunu oraya?” demişti.

KIZIL GEZEGEN’DE GÖKTAŞI
Öte yandan, NASA’nın Mars’taki çalışkan ikiz robotlarından Opportunity, Kızıl Gezegen’de şimdiye dek bulunan en büyük göktaşı olduğu sanılan büyük bir kaya parçası keşfetti.

NASA’nın Pasadena’daki Jet Motorları Laboratuvarı’ndan yapılan açıklamada, 60 santimetre genişliğindeki kayanın kimyasal bileşimini anlamak için Opportunity’nin spektrometresiyle yaptığı incelemede, bunun bir meteorit (göktaşı parçası) olduğu ve robotun 1 yıl boyunca incelediği 800 metre genişliğindeki Victoria Krateri’nin oluşumuna yol açan göktaşının bir parçası olabileceği kaydedildi.

Abû Simbel (Ebu Simbel) Tapınağı



Ebu Simbel (Arapça: أبو سنبل ya da أبو سمبل), Güney Mısır’da bulunan antik tapınak. Eski Mısır firavunlarından II. Ramses devrine ait en önemli eser olan Ebu Simbel Tapınakları; Nil Nehri kıyısında Nübya Çölü kenarındaki Ebu Simbel Dağı’nın kayaları oyularak yapılmış biri büyük diğeri daha küçük olan yeraltı tapınaklarıdır.

Ramses’in hayatında Kadeş Savaşı gibi birçok önemli olayla beraber yaptığı şehir ve tapınaklar da çok önemli bir yer tutmaktadır. Kurduğu Per-Ramses şehri, ülkenin yeni başkenti olmuştur. Yaptığı en önemli tapınak ise Kraliçe Nefertari’ye adadığı Ebu Simbel’deki dağın içine oyulmuş büyük tapınaktır.

“Ebû”, Arapça “baba”; Ebu Simbel ise, “Sümbül’ün babası” anlamına gelmektedir. Tapınağın girişini açıp, içindekileri götüren Giovanni Belzoni’ye yol gösteren çocuğun adı ile anılır. Tapınak, Dağın içi oyularak, 4 dev boy heykel 20 yılda yapılmıştır.

II. Ramses, Nubya’daki isyancıları bastırmak için yaptığı sefer sırasında bir fili takip ederek Ebu Simbel’e ulaşır. Ramses, buraya iki tapınak yapmaya karar verir.

Büyük tapınak, 55 metre kaya içine uzanır. Eski Mısır’ın üç büyük tanrısı Ra, Amon, Harakhkes’e ve firavunun kendisine sunulmuştur. Tapınak girişindeki kapının iki yanında, yükseklikleri 20 metre olan dört heykel vardır. Kaideleriyle birlikte yükseklikleri 33 metreyi bulur. Firavunu, firavunun annesini ve eşi Nefertari’yi temsil eder. Ayrıca firavunun çocuklarını temsil eden küçük heykeller de bulunmaktadır. Tapınağın girişinde 18 metre genişlikte büyük bir yeraltı salonu bulunmaktadır. Tavanı tutan sütunlara sırtını dayamış hepsi de II. Ramses’i temsil eden ve tanrı Osiris’e benzetilerek yapılmış 8 adet heykel vardır. Büyük salondan hemen sonra daha küçük olan ikinci salona geçilir. Bu salonun en dibinde en büyük Mısır tanrısı ile karşılaşılır.

Ramses, 22 yaşında Ebu Simbel Tapınağını yaptırtmaya başlamıştır.[5] Büyük tapınak, dağın içi oyularak, 20 yılda yapılmıştır. Kapısında 4 dev boy Ramses heykeli vardır. Küçük tapınak, Kraliçe Nefertari ve Tanrıça Hathor’a adanmıştır. Ramses, eşi Nefertari için tapınağın üzerine “Güneşin parladığı kadın” yazdırtmıştır.[5] Kraliçe Nefertari, açılışa gelirken Nil Nehri’ndeki kazada ölmüştür.

Küçük tapınak, diğerinin yakınındadır. Tanrıça Hathor ve Kraliçe Nefertari’ye sunulmuştur. Cephede firavunu ve kraliçeyi temsil eden 6 büyük heykel vardır. Ayrıca II. Ramses’i at üstünde gösteren 10 metre yüksekliğinde bir heykel daha vardır.

Her iki tapınağın duvarlarında ve heykellerin kaidelerinde II. Ramses’in zaferlerini ve meziyetlerini anlatan hiyeroglif yazıları yazılıdır.

Mısır tarafından yapılan Assuan Barajı’nın suları yükseltmesi sebebiyle yaklaşık 300.000 ton ağırlığındaki Abu Simbel tapınakları, 1970 yılında yerinden sökülerek suların erişemeyeceği daha yüksek bir yere taşınarak yeniden kurulmuştur.

Yapılışı
Asvan (Aswan, Assuan) Barajı yapımında Tapınak, bulunduğu yerden şimdi olduğu yere taşınarak günümüzde adeta yeniden yapılmıştır. Tapınağın şu anda olduğu yere taşınması, yekpâre kayaların kesilip, sonra tekrar bir araya getirilmesiyle mümkün olmuştur. Kayaların kesilmesinin heykellerin görünüşlerine zarar vermemesi için estetik cerrahlarından bilgi alınmış; yüzlerde iz kalmaması için kesilecek yerler, hassasiyetle belirlenmiştir. Tapınağın yapılma gerekçesiyse Ramses’in karısına duyduğu aşkın ifâdesi olmasının yanı sıra, ülkesi Mısır’ın düşmanlarına ne kadar güçlü olduğunu göstermek istemesidir. Tapınağın içerisinde bulunan tapınma taşına senede bir gün, Ramses’in doğum gününde (21 Haziran) günışığı doğrudan gelmekteyken, Asvan Barajı’nın yapımı sırasında şimdi olduğu yere taşınmasından sonra 20 Haziran’da tapınma odasına günışığı doğrudan gelmekte. Baraj yapımı sırasında daha birçok tarihî eserin taşınması gerektiğinden; Mısır hükümeti, yardım eden ülkelere eserlerin bir kısmını hediye etmişti. Bu ülkeler arasında Türkiye de vardır.

Havada Duran Taş(Hacer-i Muallak Taşı)



Bu taşın adı Muallak Taşı ya da Hacer-i Muallak’tır anlamı asılı duran taş demektir. Peygamberimizin Miraca çıkarken bastığı ve ayak izinin bulunduğu kaya ; Kuruluş Kayası, Oyuk Kaya da denir. Altı boş olan ve sadece bir köşesinden destekle durabilen bu kaya parçası, Kudüs’te Kubbet-üs Sahra’nın içindedir. Kayanın en geniş yeri 18 metre, en dar yeri ise 13.5 metredir. Bu kayanın içine on bir basamak merdivenle inilebilmektedir. Kayanın iç kısmı yaklaşık 1.5 metre yüksekliğinde ve 4.5 metre x 4.5 metre boyutlarında boş bir mekandır. İçeriden tavana bakıldığında havada asılı izlenimi verir, bundan dolayı Hacer-i Muallak olarak anılmaktadır.

Hz. Fatma bu kayanın yanında namaz kıldıgından özellikle çocuk sahibi olmak isteyen kadınların dua ettikleri bir mimber yapılmıştır. Cami içinde mermere gömülü ve dışı tahta oymalı bir kutu içinde sakalı şerif vardır. Ziyaretçiler bu sakal-ı şerife dokunabilmek için ellerini bu kutunun içine sokarlar. Yine muallak taşının altında, Hz.Huhammed, kendisini almaya gelen meleğin kanatlarının üzerinde iken, onunla birlikte yükselen kaya, peygamberimizin işareti ile durmuştur. kayaya sonradan sütunlarla destek yapılmış.

Peygamberin miraca çıkarken üzerine bastığı taş olmasının yanı sıra İbrahim Peygamberin oğlu İsmaili kurban etmek için yatırdığı taş olması islam dünyasındaki önem hanesine artı iki puan ekler…

Ashab-ı Kehf



Mağara Halkı manasına gelen, Ashab-ı Kehf okunuşu ile Kur’an da yer alan hikaye, 18. sure olan Kehf (Mağara) suresinin 9 ile 21. ayetleri arasında bahsi geçer..

* 18:9Mağaradakilerin ve onlarla ilgili rakamların ilginç kanıtlarımızdan başka bir şey olduğunu mu sandın?[1]

Kur’an’a göre bu insanlar Allah’ın birliğine inanıyorlardı.

* 18:10Gençler mağaraya sığındıklarında, “Rabbimiz bize merhametini yağdır ve bu durumdan bize bir kurtuluş yolu göster,” demişlerdi.[1]

Fakat dini inançlarına karşı baskıyla karşılaşınca yurtlarından göçerek bir mağaraya saklanmışlardır. Söz konusu mağaranın neresi olduğu hakkında çeşitli iddialar olsa da Kur’an da bu detay net olarak verilmez. Sadece mağara 17. ayette tasvir edilir.

* 18:17Tan ağardığında, onlar mağara boşluğunda iken, mağaralarının üzerinden Güneşin sağa doğru hareket ettiğini, battığı zaman da onları yalayıp sola doğru kaydığını görürdün. Bu, ALLAH’ın işaretlerindendir. ALLAH kime yol gösterirse o kişi doğruyu bulmuştur; kimi de saptırırsa onun için aydınlatıcı bir dost bulamazsın.[2]

Yedi kişi olduklarına ve yanlarında bir köpekleri olduğu inanışı hakim olsa da Kehf Suresi 22. ayeti, bu inanışın aleyhindedir. Keza yedi kişi oldukları ve köpekleri dahil toplam sekiz kişi oldukları inancı 22. ayette reddedilir.

* 18:22 Tahminde bulunanların bazıları, “Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir,” derken diğerleri de, “Beştir, altıncıları köpekleridir,” diyecekler. Başkaları ise, “Yedidir, sekizincileri köpekleridir,” diyecekler. De ki, “Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir.” Onları bilen azdır. Onlarla yüzeysel olması hariç tartışmaya girme ve onlardan hiç kimseye de bu konuyu danışma.[3]

Aslında Kur’an’daki Kehf suresinde kaç kişi oldukları net olarak belirtilmez. Ayette yalnızca Allah dışında çok az kişinin bildiği belirtilir. Fakat Kur’an mağara hakının yanından bir de köpek olduğu ve bu köpeğinde onlarla beraber uykuda oldukları söylenir.

* 18:18Uykuda olmalarına rağmen onları uyanık sanırsın. Onları sağa ve sola doğru çeviririz. Köpekleri de kollarını eşikte uzatmıştır. Onlara baksaydın onlardan dönüp kaçardın ve onlardan dolayı korkuyla dolardın.[2]

Yine de genel görüş 7 kişi olduklarıdır. Hristiyan betimlerinde de 7 kişi olarak tasvir edilmiştir.[4] Hikayeleri İslam dininin kutsal kitabı olan Kur’an’da geçmektedir. Kehf suresinde mağara halkının Tanrı’ya seslenişleri ve duaları detaylıca anlatılır.

Mağara halkının, mağarada ne kadar süre ile kaldıkları 25. ayette açıklanır. Devamın olan 26. ayette ise üzerinde çelişkilerin olduğu bu sürenin yalnızca Allah tarafından bilinebileceği belirtilir.

* 18:25Mağaralarında üç yüz yıl kalıp dokuz arttırdılar. [5]
* 18:26″Onların orada ne kadar kaldıklarını ALLAH daha iyi bilir,” de. Göklerin ve yerin tüm gizemleri O’nundur. O ne güzel Görendir! O ne güzel İşitendir! Onların O’ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, hükmüne kimseyi ortak etmez.[5]

Fakat 25. ayette “300 yıl kalıp 9 yıl arttırdılar” cümlesini farklı yorumlara sebep olmuştur. 300 yıl güneş yılı olarak nitlendirimiş ve arttırılan 9 yılın ise 300 güneş yılının denki olan ay takvimine göre 309 yılına gönderme olarak belirtildiği iddia edilmiştir.[6]

300güneş yılı=309ay yılı

Ashab-ı Kehf’in Hikâyesi

Geleneksel anlamda hikayeye göre Ashab-ı Kehf denilen gençler, Efsûs şehrinde yaşıyorlardı. Efsus şehrinin yeri konusunda rivayetler muhteliftir. Türkiye sınırları içerisinde Efes/İzmir, Tarsus/Mersin ve Afşin/Kahramanmaraş’ta olduğu iddaa edilir. Dünyada da yine Efsus olduğu raveyet edilen şehirler vardır. ) Bunlardan altısı sarayda görevli, hükümdara yakın kimselerdi ve hükümdarın müşavere heyetindeydiler. Onun sağında ve solunda bulunurlardı. Sağındakiler Yemliha, Mekselina ve Mislina idi. Bunlara “Ashab-ı yemin” denmiştir. Hükümdarın solunda bulunanlar ise, Mernuş, Debernuş ve Şazenuş’tur. Bunlara da “Ashab-ı yesar” denmiştir.

Hükümdarın Roma imparatorlarından Dimityanus veya Dokyanus olduğu düşünülmektedir. Kesin olan şey imparatorun putperest olduğudur. Putperestliği kabul etmeyen az sayıdaki insanları yakalatıp öldürtmüştü. Hükümdar bir ihbar üzerine saraydaki putperest olmayan gençlerin durumlarını öğrendi. Onları çağırıp tehdit etti, onlar inançlarından ayrılmak istemediler, aksine Dokyanus’u inançlarına davet ettiler. Hükümdar onların eski günlerine dönmeleri için zaman tanıdı. Gençlerde inançlarını korumak için şehre yakın bir dağ yönüne gittiler. Yolda giderken Kefeştetayyuş ismindeki bir çoban onların inancına katıldı ve yedincileri oldu. Çobanın köpeği Kıtmir de onlara katılıp, arkalarından takip etti. Dağa yaklaştıklarında çobanın gösterdiği bir mağaraya girdiler. Mağarada dua ederek merhamet dilediler. (İslam dininin kutsal kitabı Kur’an’daki Kehf suresinin 13. ayetinde bu kişilerin duaları belirtilir.)

Hikayenin devamına göre hükümdar, Efsûs’a gelip, onları sorar. Kaçtıklarını haber alıp saklandıkları mağrayı öğrenince adamlarıyla mağaraya gider ve mağaranın ağzını onları öldürmek maksadıyla kapattırır. İnanca göre gençler ölmez, yüzyıllar boyunca uyumaya devam ederler. Sonunda ise ilahi bir şekilde uyandırırlar. Ne kadar süre kaldıkları tam olarak bilinmemekle birlikte Kehf suresinde bu süreyi 309 sene olarak belirtir.

Ashab-ı Kehf uyandıklarında geçmiş olan zamanında farkında olmadıkları belirtilir. Uykudan kalkmaları, birbirleriyle konuşmaları ve içlerinden birini şehre göndermeleri Kur’an’da geçer. Bunlar şehre gidip yiyecek getirecek kimsenin (Yemliha’nın) elbise değiştirerek halini kimseye bildirmeden gidip gelmesini uygun görürler. Yemliha, bunu kabul edip şehre geldiğinde çok değişmiş bir şehir bulur. Farklı yorumları mevcut olan bir hadiseyle bu kişi geçen zamanın farkına varır ve o zamanın hükümdarının yanına *ürülür. İnanca göre bu hükümdar gençlerin dinindendir. Başlarından geçenleri hükümdara anlatır. Daha sonra gidip arkadaşlarına haber verir. Daha sonra tekrar hepsi uykuya dalarlar.

Bazıları sahabelerden Ali’nin, Ashab-ı Kehf’e gittiklerini ve Ashab-ı Kehf’in uykudan uyanıp onları gördüklerini ileri sürmüştür. Ayrıca bu söylenceye İslam dininin son peygamberi Muhammed’e iman ettiklerini bildirip ve selâm gönderip dua istedikleri de eklenir. Bunların dışında bazı kişiler Ashab-ı Kehf’in Mehdi geldiğinde uyanıp ona katılacağını ileri sürmüştür. Yine de bu iddiaların, veya hikâyede genelde geçen isim, yer, zaman ve bazı olayların gerçek temelleri tartışmalıdır. Kur’an’da ise bu yorumlara dair hiçbir şey yoktur.

Şahmeran



Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis’te ve Mardin’de.

Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde.

Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp’ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;
Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz. Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.

Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp’ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran’da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.

Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış.

Gel zaman git zaman Şahmeranın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp’ta anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran’a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp’ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:

-Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.

Tahmasp sevinçle Şahmerana sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş.

Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeranı ziyaret ediyormuş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş.

Tahmasp’ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeranda olduğunu söylüyormuş.

Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp’ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp’ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp’a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp’ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler.

Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp’a dönmüş:

Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!
Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş.

Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.

Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp’ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp’a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada efsane almış başını yürümüş…

Kutsal Kase ve Şifre



İngiliz şifre uzmanları, Staffordshire bölgesindeki küçük bir anıtın üzerinde bulunan esrarengiz yazıttan yola çıkarak İsa’nın ‘Kutsal Kase’sinin yerini belirlediklerini iddia ettiler.
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların şifreleme makinesi ‘Enigma’yı çözen Bletchley Park adlı merkezde görevli uzmanların bu keşfi yakında açıklamaları bekleniyor.
İngiliz uzmanlar, Staffordshire bölgesinde bulunan ‘Çobanın Anıtı’nın üzerindeki harflerin sırrını çözebilmek için mayıs ayından beri çalışıyor. Anıtın üzerinde ‘D OUOSVAVV M’ harfleri bulunuyor ve bu harflerin taşıdığı gizin insanları Kutsal Kase’nin yerine götüreceğine inanılıyor. Yaklaşık altı aydır bu harflerin sırrını çözmeye çalışan Bletchley Park’ın şifre kırıcılarının 250 yıllık gizi çözdüğü düşünülüyor. Anıtın bulunduğu bölge, turist akınına uğrarken, dünyanın dört bir yanından deneyimli ve deneyimsiz şifre çözücüler de bu şifreyi çözebilmek için uğraşıyor.

Kutsal Kase nedir?

Hıristiyan dünyasında İsa’nın son yemeğinde kullandığı kupaya ‘Kutsal Kase’ deniyor. Çarmıha gerilmesi sırasında İsa’nın akan kanının bu kasede toplandığına inanılıyor. Bütün yaraları iyileştirme gücü olduğuna inanılan kase yüzyıllardır aranıyor. Kutsal Kase, Hıristiyan dünyasında birçok söylence ve halk hikayesinin de kaynağı. Günümüzde de İndiana Jones dahil, birçok filme ana tema oldu. 26.11.2004-Hürriyet

Enigma’yı çözen çift Kutsal Káse’yi arıyor

İngiltere’de bir parktaki anıt üzerinde bulunan şifrenin Hz. İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı ‘Kutsal Káse’nin yerini işaret ettiği yolundaki iddia, büyük tartışma yarattı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların ‘Enigma’ şifresini çözen çift de tartışmaya katıldı. Anıtta yer alan izlerin Osmanlı denizcilik haritalarının izdüşümü olduğu ve ‘Kutsal Káse’nin yerini işaret ettiği de öne sürüldü. En çok da Amerikalı bir uzmanın geliştirdiği deşifre metodu ilgi gördü.
Her şey geçen mayıs ayında Lord Lichfield’in atalarından kalma Staffordshire’daki malikanesinde bulunan Çoban Anıtı’nda yer alan 10 harfli şifrenin ne olduğunun bulunması için ödüllü bir yarışma açılmasıyla başladı. Almanların efsanevi ‘Enigma’ kodunu çözen Bletchley Park kriptografları da bu yarışa davet edildi. O zamandan beri şifrenin ne olduğuna dair çeşitli iddialar ortaya atıldı.

KASEYLE İLGİLİ DEĞİL

Yarışmayı açan Shugborough Hall’dan Kerim Caddy, çok sayıda teori üretildiğini, şifreyi Kutsal Kase ve Osmanlı haritalarına dayandıran bir iddianın da gündeme geldiğini söyledi. Caddy, ‘Bu teoriye göre izler, muhtemelen Osmanlı haritalarının (Piri Reis’in haritaları olabilir) izdüşümü ve Kutsal Kase’ye işaret ediyor’ dedi.
Bugün 86 yaşında olan Oliver Lawn ve eşi Sheila, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların şifrelerinin çözülmesi için çalıştılar. Şimdi de Çoban Anıtı’ndaki esrarı çözmenin peşindeler. Lawn, bu şifre için ‘Enigma’dan bile daha zor’ dedi. Eşi Sheila ise şifrenin Kutsal Kase ile ilgisi bulunmadığını, dul kalan Lord’un eşi için yazdırdığı duygusal bir cümle olduğunu öne sürüyor. Sheile’ya göre şifrenin çözümü Latince ‘Optima Uxoris Optima Sororis Viddus Amantissimus Vovit Virtutibus’ (En iyi eş, en iyi kız kardeş, seni en çok seven dul sadakat yemini eder) cümlesinin kısaltılmışı. Oliver Lawn ise, ‘10 harfli bir şifre için minimum düzeyde çözülmüş bir şifreye sahip olmanız gerekiyor. Şifre yoksa 10 harfli bir kodu kesin bir şekilde çözmek mümkün değildir’ diyor.

Kutsal Káse Türkiye’de olabilir

Nazilerin ünlü ‘Enigma’ şifresini çözen Bletchley Park, kapılarını Türk basınında ilk kez Hürriyet’e açtı. Son günlerde Hz. İsa’nın Kutsal Káse’sinin aranması konusuyla da gündeme gelen Bletchley Park Vakfı Başkanı Christine Large,‘Kutsal Káse’nin esrarını çözmek için Türk haritacılardan yardım bekliyoruz’ dedi. Large’a göre káse Türkiye’de olabilir.

İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin ünlü şifre makinesi ‘Enigma’yı çözerek ün yapan İngiliz şifre uzmanları, çalışma merkezleri ‘Bletchley Park’ın kapılarını Türk basınında ilk kez Hürriyet’e açtı. Ünlü istihbarat merkezi, günümüzde de Hıristiyan dünyasının kutsal eşyalarından Hazreti İsa’nın kásesinin bulunması için yaptığı çalışmalarla yeniden gündeme geldi.
1973 yılında bir şifre kırıcısının Fransa’da yayımladığı kitapla çok gizli faaliyetleri ortaya çıkan Londra’ya 90 km mesafedeki Bletchley Park’ın başkanı Christine Large, savaş sırasında 10 bin kişinin çalıştığını söyledi.

TÜRK HARİTACILAR

Bletchley Park’ta görevli bir Amerikalı şifre uzmanının Kutsal Káse’nin sırrının çözülmesiyle ilgili yeni bir teori ortaya atmasıyla dünya basınının bilgi almak için peşinde koştuğu başkan Christine Large, ‘Amerikalı şifre kırıcısı, kimliğini açıklamak istemiyor ve biz onun adına teorisini basına anlatıyoruz. Bir altı ay kadar daha yeni açıklamalarımız olacağını sanmıyorum’ dedi.
‘Kutsal Káse’yi bugüne kadar İsrail, Yunanistan sahiplendi. Sizin Amerikalı şifre uzmanının son teorisine göre ise Stafforshire bölgesindeki Çoban Anıtı, Kutsal Káse’nin Kanada’da olduğuna işaret ediyor. Kutsal Káse Türkiye’de olamaz mı?’ sorusuna Christine Large şu cevabı verdi:
‘Kutsal Káse Türkiye’de de olabilir. Şu anda Amerika da olan bir şifre uzmanımız, Shugborough Hall’deki Çoban Anıtı’nda bulunan işaretleri incelerken Osmanlı haritalarındaki yerlere bağlantı kurdu. Osmanlı denizcilik haritalarıyla ilgili teoriyi geliştiren iyi bir harita uzmanı, profesyonel şifre kırıcısı değil, fakat anıtın taş kısmı üzerindeki 1, 2, 3 rakamlarının Osmanlı haritasında Kutsal Káse’nin yerini gösterdiğini ileri sürerek katkıda bulundu. Şifrenin çözüldüğünü söylemek için çok erken. Henüz işin başındayız. Elimizdeki haritalar yeterli olmadığından Türkiye’deki haritacıların bize yardım etmesini bekliyoruz. Kutsal Káse’nin sırrını ayrıntılı Osmanlı haritaları çözebilir. Türkiye’den ilgilenenler internette sitemize girip bilgi alsınlar ve yarışmaya katılsınlar. Sırrı çözene para ödülü vermiyoruz ama Kutsal Káse’nin sırrını çözen tarihe geçecek.’

SAHTECİLİĞE DİKKAT

Kutsal Káse’nin bulunmasının çok zor olduğunu kabul eden Christine Large, kásenin kopyalarının piyasaya sürülebileceğine dikkat çekti ve ‘Bence Kutsal Káse sembol olarak var. Sanat eseri olarak bu kadar yıl yaşayabiceğini sanmıyorum’ dedi.

İŞTE ÜNLÜ BLETCHLEY PARK

İkinci Dünya Savaşı sırasında tam 10 bin kişinin çalıştığı ve dünyanın dört bir yanındaki üslerin pek çok yöntemle dinlendiği Bletchley Park, aynı zamanda ilk bilgisayarın ve elektromanyetik şebeke ağının dünyada ilk uygulamaya konulduğu yer. Bletchley Park, bugün başta MI6 birimi olmak üzere çeşitli devlet birimlerine bilgi ve destek veriyor. Bletchley kasabası sakinlerinin de kapıların ardında neler yapıldığını merakla izledikleri bu üst düzeyde gizlilik içeren merkez, yıllarca şifre çözen bilim adamlarına ve uzmanlara ev sahipliği yaptı.
Çoban anıtındaki harflerin sırrı
İngiltere’nin Stafforshire bölgesindeki Shugborough Hall’da bulunan tarihi ‘Çobanın Anıtı’ üzerindeki 10 harfli ‘D OUOSVAVV M’ şifresi, 250 yıldan beri çözülemiyor. Şimdiye kadar şifrenin ne olduğuna dair çeşitli iddialar ortaya atıldı. Ancak İngiltere’de yaşayan Amerikalı bir savunma uzmanı, şifrenin Kutsal Káse’yle alakalı bir şifre olduğunu öne sürdü. Anıtta ünlü ressam Nicholas Poussin’in 17’nci yüzyılda yaptığı ‘Les Bergers d’Arcadie II’ (Arkadya Çobanları) adlı tablonun mermer bir rölyefi bulunuyor. Tabloda ‘Et in Arcadia Ego!’ ifadesine işaret eden bir kadın dikkat çekiyor. Hemen altında ise ‘D OUOSVAVV M’ harfleri yer alıyor.

Kutsal Káse nedir?

KUTSAL Kase’nin Hz. İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı kadeh olduğu söyleniyor. Yine söylentilere göre Hz. İsa, çarmıha gerildiğinde Arimethealı Yusuf’un İsa Peygamber’den akan kanı bu Kásenin içinde topladığı söyleniyor. Kimine göre Yusuf, milattan sonra 1’inci yüzyılda İngiltere’ye götürdü.
Son zamanda Amerikalı yazar Dan Brown’un ‘Da Vinci Şifresi’ adlı romanı, Kutsal Káse ile ilgili yeni iddialar gündeme getirdi. Romanda Dan Brown, Kutsal Káse’nin ‘maddesel’ bir şey olmadığını, daha çok ilk Hıristiyanlıkla ilgili sırları ihtiva eden belgeler olduğunu öne sürüyor. Buna göre Sion Tarikatı üyesi olan Leonardo da Vinci’nin ‘Son Akşam Yemeği’ tablosunda yanında görülen kişinin İncil yazarı Yuhanna değil, İsa’nın varlığı bilinmeyen karısı Mary Magdalena olduğunu iddia ediyor. Kutsal Káse’nin, yani İsa’nın çocuklarını dünyaya getiren Mary Magdalena ve bu ilişkiye ait sırlar olduğunu öne sürüyor. Ancak Brown’un iddiaları hem kilise, hem de akademisyenlerce kabul görmüyor. Hürriyet 06.12.2004

KUTSAL KASENİN SIRLARI

İngiliz şifre uzmanları Kutsal Kase’nin sırlarını çözdüklerini ilan ede dursunlar, bizde onun görünenin andındaki görünmeyen yönünü ele alalım.

Dan Brwon’un Da Vıncı Şifresi adını taşıyan romanında ana fikir zaten Kutsal Kase, onun sırlı geçmişi, bu kase çevresinde kurulan gizli örgütler ve neyi sembolize ettiği… Kitaba dönecek olursak; şu satırlara rastlarız:

Romanın ele aldığı en ilginç sembollerden biri de Sangreal- Kutsal Kase sembolü. Kutsal Kase, Son Akşam Yemeği’nde İsa”nın içmek için kullandığı ve Arimatea’lı Yusuf’un çarmıha gerilen İsa’nın kanını doldurduğu kadeh olarak geçer. Kutsal Kase, İsa’nın kadehi olarak kabul ediliyor.Ama tarihte Sangreal Belgeleri adıyla anılan belgeler de inanışa göre Kutsal Kase ile birlikte gömülü. Belgelerin bin yıllardır Tapınak Şövalyeleri adı verilen gizli bir örgüt tarafından korunduğuna inanılıyor.Belgelerin Tapınak Şövalyeleri’ne bunca güç vermesinin nedeni,sayfalarda Kase’nin gerçek tabiatının açıklanması.

Tapınak Şövalyeleri’ne göre Kutsal Kase bir kase değil. Kase efsanesinin yani ayinde kullanılan kadehin dahice düşünülmüş bir alegori olduğunu iddia ediyorlar.Kase efsanesindeki ayinde kullanılan kadeh,başka bir şeyin,çok daha güçlü bir şeyin mecazi hali. Kutsal Kase insanlık tarihinde en çok aranan hazine olmuş. Kase efsanelere, savaşlara ve bitmek tükenmek bilmeyen sorulara neden oldu.Dikenli Taç,Çarmıhta kullanılan Gerçek Haç,Titulus hepsi bin yıllarca arandı ama tarih boyunca aralarında en özeli Kutsal Kase olmuş.

Prieure de Sion tarikatında(Tapınak Şövalyelerinin diğer adı) gül sembolü kase için kullanılmış bir sembol. Gülü Kase sembolü olarak kullanmalarının nedeni ise gizlilik. En eski gül türlerinden biri olan rosa rugosanın, aynı Venüs yıldızı gibi beş yaprağa ve beşgen bir simetriye sahip olması güle, kadınlıkla güçlü ikonografik bağlar sağlıyordu. Bununla birlikte gülün ‘doğru Yön’ ve yol bulmak kavramlarıyla çok yakın bağları vardı. Pusula gülü, aynı Gül Çizgisi gibi, seferilere haritalardaki boylamlara bakarak yön bulmakta yardımcı oluyordu. Bu yüzden dişi kadeh ve gizli gerçeğe götüren yıldız anlamındaki gül,pek çok açıdan gizlilik,kadınlık ve yön tayini olarak Kase’yi tanımlayan bir sembol olarak kabul edilmişti.

Kase aslında eski bir kadınlık sembolüdür. Kutsal Kase dişiyi ve elbette şimdi tamamen yok edilmiş olan tanrıçayı temsil eder. Kadının gücü ve onun hayat verebilme yetisi bir zamanlar kutsaldı ama erkek egemen bir toplumda tehdit oluşturuyordu. Bu yüzden kutsal dişi şeytanlaştırıldı ve ona günahkar dendi. Havva’nın elmayı yiyerek insan ırkını çöküşe uğrattığı ‘ilk günah’ kavramı alegorik bir anlatımdı. Bir zamanlar hayat veren kutsal kadın artık düşman olmuştu.

Kase kayıp tanrıçanın sembolüdür. Kayıp Kase’yi arayan şövalye efsaneleri, aslında kayıp kutsal dişinin arandığını anlatan yasak hikayelerdi. ‘Kadehi aradığını’ iddia eden şövalyeler, kadınlara boyun eğdiren, tanrıçaları dışlayan, inanmayanları yakan ve paganların kutsal dişiye saygı göstermesini yasaklayanlardan korunmak için şifreli bir biçimde konuşuyorlardı. Onlara göre taşıdığı sır öyle güçlü ki, açıklandığında pek çok şeyi temelinden sarsabilir.

Leonardo da Vinci de, kardeşliğin Büyük Üstat’ı olarak 1510 ve 1619 yılları arasında bu mezhebe başkanlık etmiş. Yaşayan üyelerin kimliklerinin son derece gizli tutulduğu kardeşliğin simgesi ise P.S ve fleur-de-lis.

Kutsal Kasenin yeri bulunursa,varolduğu iddia edilen belgelere de ulaşmak mümkün olabilir belki…

MACHU PICCHU



Machu Picchu 1460 ve 1470 yılları arasında yapılmış olabilir.Deniz yüzeyinden 2700 metre yükseklikte kurulmuştur.Kesin olan şey burasının bir inanç merkezi olduğuydu.Ve güneş tanrısı İnti ‘ye atfedilmişti.Bazı araştırmacılar, yapıların bir kısmının M.S. 100 yıllarına ait olduğuna inanıyorlar. Eğer bu doğruysa, neden bu kadar her şeyden uzak ıssız bir yeri yapılarını kurmak için seçmişlerdir?

Machu Picchu Machu Picchu, 15. yüzyılın başlarında, büyük İnka imparatoru Pachacutec tarafından yüksek bir dağın tepesindeki düzlüğe kurulmuştur. Bu hayalet şehir Peru'daki Amazon ormanlarının içlerinde, Urubamba Nehri'nin yukarı kesimlerindeki Andes Platosu'nun ortasında bulunmaktadır. Şehrin soylulara ait semtleri, esnaf ve ticaret siteleri ve çok geniş taraçaları vardır. 1535 yılında İspanyollar, İnka İmparatorluğu'nu yıktıklarında bu şehir terkedilmiş ve unutulmuş durumdaydı. Bu kutsal kayıp şehri 1908 yılında, Amerikalı kaşif Hiram Bingham keşfetmiştir.

Bugün Peru sınırları içinde bulunan bu hayalet şehrin harabelerinin bulunduğu yerde hiç taş yoktu. Tekerlekli araç kullanmayan İnkaların bu taşları dağın tepesine nasıl taşıdıkları tam olarak bilinememektedir.

Machu Picchu , bugüne kadar çok iyi korunarak gelmiş olan bir İnka antik şehridir. 7 Temmuz 2007 tarihinde,Dünyanın Yeni Yedi Harikası'ndan biri olarak seçilmiştir.

And Dağları 'nın bir dağının zirvesinde, 2.360 m yükseklikte, Urubamba Vadisi üzerinde kurulmuş olup. Peru'nun Cusco şehrine 88 km mesafededir. Şehir, İnka'lı bir hükümran olan Pachacutec Yupanqui tarafında 1450 yılları civarında inşa ettirilmiştir. İspanyol istilacılar 1532 yılında buraları feth ederken sık dağlar arasında kalmış bu şehir, istilacılar tarafından fark edilmemiş ve bu sayede zarar görmemiştir.Machu Picchu 200 den fazla, merdiven sistemiyle birbirne bağlı olan taş yapıdan oluşur.Şehrin 3000 basamağı bugün hala gayet iyi durumdadır.

Kuruluş amacı ve anlamı bugüne kadar gelmiş olan tartışma konusudur. Günümüze gelmeyi başarmış bilimsel kanıt içerikli çok fazla ipucu bulunmamasından, sadece tahminler yapılabilmektedir. Bu yüzden o zamanlardaki adı bilinemeyen şehir, ismini bugün yakınlarda olan bir dağ zirvesinden almıştır. Şehrin tarım alanı olarak kullanılan teraslardan oluşan bölümleri, Eski Zirve (Quechua dilinde: Machu Picchu) denen dağın eteklerindedir. Şehrin sonunda ise Genç Zirve (Quechua dilinde: Huayna Picchu ) yükselir.

Tarihçe

Machu Picchu Antik Şehri’ nde içinde 100 den fazla insan iskeletinin bulunduğu 50 adetin üzerinde mezar keşfedilmiştir. (ilk başlarda bunların %80′ i kadın olduğu sanılmış, ama sonraki incelemelerde eşit dağılım olduğu tespit edilmiştir) Bu keşfe istinaden şehrin, İnkalar‘ ın yetiştirme ve disiplin yeri olduğu teorisi geliştirilmiş. Ancak zamanımızda bu teori geçerliliğini yitirmiş durumdadır. Daha çok bugün kabul gören teori, şehrin 700 denPeru Machu Picchu Antik Kenti fazla İnka asil ve din adamına ev sahipliği yapmış olduğudur.

Kalıntılar 24. Temmuz 1911 tarihinde Hiram Bingham İdaresindeki Yale Üniversitesi‘ nin yaptığı bir bilimsel gezi sırasında tesadüfen bulunmuştur. Bingham aslında keşfi sırasında, 1536 yılında İspanyol istilacı Pizarro‘ dan kaçan İnkalar‘ ın saklandığı gizemli İnka şehri Vilcabamba‘ yı aramaktaydı. Bingham Machu Picchu‘ yu bulduğunda Vilcabamba‘ yı bulduğunu sanmıştır. Bugün Vilcabamba‘ nın 70 km daha ileride, ormanların içinde olduğu biliniyor.

1912 ve 1913 yıllarında Bingham şehri ortaya çıkarmaya başladı.1915′de Machu Picchu Antik Kenti araştırmalarıyla ile ilgili bir kitap yayınladı. National Geographic Society’ nin Nisan 1913 sayısını Machu Picchu şehrine ithaf etmesiyle meşhur oldu.

Peruda antik kent bulundu " Chachapoya "



Peru’da, bulut insanlarına ait 1000 yıllık antik kent ortaya çıkarıldı

Peru’da, And Dağları’nın yamacında, 1000 yıllık olduğu tahmin edilen kayıp bir kent ortaya çıkarıldı.
Daily Telegraph’ın haberine göre, arkeologlar, İnkalardan önce yaşamış gizemli Çaçapoya kabilesine ait kentin, yaklaşık 5 hektarlık bir alanda, kayaların oyulmasıyla ortaya çıkarılmış yapılardan oluştuğunu açıkladılar.

Paçhalama tepesinde bulunan kayıp kentin, "Bulut İnsanları" olarak adlandırılan Çaçapoyaların belirgin izlerini taşıdığı, tahmini 1000 yıllık geçmişine rağmen çok iyi durumda olduğu belirtildi.
Bölgenin, yamacın ormanlık bir alanı da kapsaması ve kentin büyük bölümünün ağaçların gölgesinde kalması sayesinde yağmacıların elinden kurtulduğu, civarda yürüyüş yapan ve şelale sesini takip eden yerel halk tarafından ortaya çıkarıldığı kaydedildi.
Kayalık kısımda kalan yapı duvarlarıyla kayalardaki motiflerin belirginleştirdiği kentte, seramik parçalarına ve korunmuş mezarlara rastlandığı belirtildi.
Arkeolog Benedicto Perez Goicochea, uçurumun kenar kısmında hisar bulunduğunu, bunun, bölgede yaşayan halkın, olası düşmanların yerini tespit etmek için kullanılan bir yapı olduğunun tahmin edildiğini söyledi.
İnkalara 1475’te boyun eğen Çaçapoyalar hakkında çok az bilgi bulunuyor. Çaçapoya kadınlarının güzellikleriyle ünlü, açık tenli ve uzun boylu, erkeklerinin de yakışıklı oldukları belirtiliyor.
İspanyolların, Peru’ya geldikleri 1535 yılında, İnkalara karşı verilen mücadelede Bulut İnsanları’ndan yandaş buldukları da biliniyor. Dönemin İspanyol kayıtlarında Bulut İnsanları vahşi olarak tanımlanıyor ve ölülerini mumyaladıklarına dikkat çekiliyor

Yeraltı dünyası; Agarta



Agarta kelime olarak Budist kökenlidir. Bütün imanlı Budistler yeraltında bir dünya veya kudretli bir imparatorluk olduğuna inanırlar. Bu inanca göre, yer altı dünyasında milyonlarca kişi yaşamaktadır. Başkenti Şamballa olan bu imparatorluğun yöneticisi doğuda “Dünyanın Kralı” olarak bilinir.

“Dünya Kralı”nın yeryüzündeki temsilcisi Tibetli Dalay Lama’dır.

Doğuda Tibet ve batıda Brezilya dünyanın iki ayrı ucunda tünel şebekelerine sahip iki ülkedir. Mısır’daki Gize Piramit’inin altında bulunan gizli odaların da yer altı dünyası ile ilişkisi olduğu iddia edilir. Firavunlar bu tüneller vasıtası ile yeraltında tanrılar veya süper,insanlarla temas kurabiliyorlardı.

Mısır tanrıları ve krallarının dev heykelleri ile doğudaki Buda heykellerinin, insan ırkına yardım etmek üzere yerüstüne çıkan yer altı Süpermenleri ırkını temsil ettiği ileri sürülür.

Bu cinsiyetsiz Agarta temsilcileri, yeraltındaki ütopik bir cenneti temsil etmekteydiler.

İddialara göre, Hz. Nuh gerçekte bir Atlantisli idi ve Atlantis sulara gömülmeden önce kurtarılmaya değer bir grup insanı bu felaketten kurtarmıştı. İnanca göre, Atlantislilerin çıkardığı NÜKLEER SAVAŞ sonucu meydana gelen tufan felaketinden kurtulan bu grup, önce Brezilya’nın yüksek platolarına gelmişler daha sonra da radyasyondan korunmak için, yüzeyle bağlantılı tünelleri olan yer altı şehirlerine yerleşmişlerdi.

Agarta yer altı medeniyeti, Atlantis medeniyetinin bir devamı niteliğindeydi. Geçmişteki korkunç nükleer savaştan ders aldıkları için, devamlı barış içinde yaşamaktaydılar. Bu insanlar bilimde yeryüzü insanlarının binlerce yıl ilerisindeydi. Agarta medeniyeti binlerce yıllıktı. (Atlantis 11.500 yıl önce sulara gömülmüştü)

Yeraltındaki bilim adamları, bizim bilim adamlarımızın bilmediği enerji türlerini bilmekteydiler. Bu enerjiler hem uçan, hem de karada giden taşıtlarda kullanılmaktaydı.

Ossendowski, Agarta İmparatorluğu’nun birbirine tünellerle bağlı yer altı şehirleri ağına sahip olduğunu ve bu tünellerde (Karada veya denizde) harekete edebilen olağanüstü süratli araçlardan söz eder.

Agarta’daki halk “Dünya kralı”nın başkanlığında bir hükümet tarafından yönetilmekteydi. Bu insanlar, Lemurya, Atlantis ve tanrılar ırkı Hyperborluların temsilcilerinden oluşmaktaydı.

Tarihin birçok döneminde Agartalı Süpermenler ve tanrılar yeryüzüne çıkarak, insan ırkına rehberlik etmişler ve onları savaşlardan, felaketlerden ve yok oluşlardan kurtarmışlardı.

Hiroşima’ya ayılan ilk Atom bombasından sonra, ortaya çıkan uçandaireler işte böyle bir nedenle gelmişlerdi. Ancak tanrılar kendileri yerine temsilcilerini göndermişlerdi.

Hint destanlarından “Ramayana”da Rama’nın Agarta’dan uçan bir araçla –muhtemelen bir uçandaire ile- geldiği anlatılır. Aynı şekilde İnka hanedanlığının kurucusu Manco Copac da uçan bir araçla gelmişti.

Amerikadaki Agartalı öğretmenlerin en büyüklerinden biri, Maya’ların, Aztek’lerin ve genel olarak Kuzey ve Güney Amerika’daki yerlilerin en büyük efsanevi önderi Quetzalcoatl’dır. Başka bir ırktan (Atlantis’ten) gelen bu beyaz adam, Mexico, Yukatan ve Guatemela’daki yerliler tarafından “büyük kurtarıcı” diye anılmaktadır. Aztekler ona “Sabah yıldızı” ve “Bereket tanrısı” derlerdi. Quetzalcoatl, “Tüylü Yılan”, yani yılan şeklinde sembolize edilmiş “öğretici bilge” anlamına geliyordu. Bu isim ona uçan bir araçla geldiği için verilmişti. Muhtemelen o, yer altı dünyasından geliyordu. Quetzalcoatl, geldiği gibi esrarengiz bir şekilde kayboldu. İnanışa göre, geldiği yer altı dünyasına dönmüştü.

Mısır inançlarındaki Osiris başka bir yer altı tanrısıdır. Donely, “Atlantis the Antediluvian World” (Atlantis, Tufan Sonrası Dünya) adlı kitabında Yunan mitolojisinde geçen tanrıların Atlantisli yöneticiler olduğunu ileri sürer.

• “The Hollow Earth” by Dr. W. Bernard, Chapters: I-8 (Internet)
• Turgut GÜRSAN, Yeraltındaki Gizli Dünyalar s. 64-66

MAHABHARATA (dünyanın en eski destanı)

"Bu günümüz, dünün düşünceleridir; şimdiki düşüncelerimiz yarınımızı inşa edecektir; yaşamımızı düşüncelerimiz yaratır."

"Dhammapada "Mahabharata çok büyük ve karmaşıktır ama 18 Yüzyıl öncesini çok net olarak açıklamaktadır."

Reader´s Digest "Mysteries of the Unexplained"

"Bu öyküyü kuru bir çubuğa anlatsaydın, yapraklanır ve köklenirdi."

Henri Michaux

Hindistan´ın ulusal destanı Mahabharata, aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı "Mesnevi"den çok daha ötededir ama büyük olasılıkla tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Sankritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, "stanza" denen yüzbin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır. Bazılarına göre MÖ 3.-5. Yüzyıl aralarında yazılmıştır, bazılarına göre MS. 4. Yüzyıl´da derlenmiş, bazılarına göre ise çok daha eskilerde 19-20.000 yıl evvel yazılmıştır. Hintliler´e göre Mahabharata´da olmayan bir şey hiçbir yerde yoktur. Batı dünyası bu inanılmaz dev destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan "Bhagavad-Gita"dır.

19. Yüzyıl´da doğubilimci Hippolyte Fauche, 200 kişilik bir ekiple tüm destanı Fransızca´ya çevirmeye başladı ama ömrü vefa etmedi. Sonuçta eksiksiz İngilizce çeviri ancak 20. Yüzyıl´ın başında yine Hintliler tarafından Bombay´da gerçekleştirildi. Günümüzdeki en ilginç ve inanılmaz Mahabharata olayı; Jean Claude Carriere, Marie H. Estienne, Peter Brook ve arkadaşlarının 16 yıl çabaladıktan sonra 1985´de ilk kez Avignon´da sahneye koydukları "Mahabharata" adlı oyundur, oyun 9 saat sürüyor, bazen üç gecede, bazen bütün bir gün veya bütün bir gecede oynanıp bitiriliyor, 16 ulusa mensup 25 oyuncu sahneye çıkıyordu. Carrier, üç yıl süren sahnelemenin sonucunda, farklı bir etkinin oluştuğunu vurguluyordu; "...bu etki dünyanın üzerine çöken bir tehdit miydi? Yoksa doğru eylemin gerçek anlamının inatçı araştırması mıydı? Alın yazısıyla oynanan ince ve kimi zaman acımasız bir oyun mu?... (Can Yayınları/Mahabharata-1991)" Aynı ekip, yorulmaksızın çalışarak, inanılmaz bir performans sonucunda oyunu, bir film ve bir de tv dizisi haline getirmeyi başardı. Ama biz Türkiye´de bunları göremedik; aklı evvel film ithalatcılarımızla, tv yöneticilerimiz hayatlarında duymadıkları evrensel bir kültürü elbette ki algılayamadılar. Onların düzeyini "Yalan Rüzgarı" ile "Şaban" belirlemekte; yani bilinçsiz servetle, bilinçli cehaletin buluştuğu nokta...

Dünyalılarla uzaylılar mı savaştı?

Sanskritçe´de "maha" büyük ve herşeyin toplamı anlamına gelir; "bharata" ise komünyel bir isimdir veya bir bilgeliğin tanımıdır. Daha öte metafizik yorumlarda sözcüğün "insan" anlamında olduğu da söylenir; bu bağlamda "İnsanlığın Öyküsü" yazılmıştır. Destanda anlatılan dev savaş öncelikle klanlar arası bir çatışma gibi görünse de, aslında tüm gezegenin egemenliği yolunda bir kavgadır ama sonunda öyle bir savaş başlar ki, tüm evren yokolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Savaşta kullanılan silahlar hem dünyasal (ok, balta, kılıç, mızrak gibi) hem de tanrısaldır (ışınlar, atomik silahlar, uçan araçlar gibi) Bir bakışa göre, Mahabharata en eski bilim kurgu örneğidir ve zeki canlılar arasındaki bir anlaşmazlığı, bir savaşı ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanıldığını anlatır. Örneğin bir bölümde içinde destanın kahramanlarından Krisnha´nın da bulunduğu Vrishni´ler, Salva adlı lideri bir güçle kuşatırlar. Bunun üzerine zalim Salva, heryere gidebildiği Saubha adlı arabasına binerek "yükselir" ve sayısız cesur Vrishni genciyle beraber tüm bir kenti harabeye çevirir. Saubha adlı araç daha önceki bölümlerde anlatıldığına göre savaşın yönetildiği bayrak gemisidir ve Salva´nın kentinde bulunmaktadır yani oradan kalkıp, savaş alanına getirilmiştir. Buna karşın Vrishni savaşçılarının da benzer silahları vardır; Pradyumna adlı kahraman özel bir silah kullanır, bu silah en yüksekteki tanrıları dahi durdurmaktadır; silah için "savaş alanındaki hiçbir insan onun oklarından kurtulamaz" tanımı yapılır ve Salva Krisnha´ya doğru düşer, Krisnha gökte Salva´yı izlemeye başlar fakat Saubha adlı araç göklere özgün tanımla adeta yapışmıştır. Krisnha tüm silahlarını durmaksızın fırlatır; roketler, misiller, mızraklar, çiviler, savaş baltaları, üç yüzlü oklar, alev püskürtücüler vb... Gökte yüzlerce güneş ve ay belirir, yüzlerce yıldız doğar. Ne gece ne de gündüz vardır, zaman anlaşılamaz.

Radyoaktif ölümün reddedilmez tarifi;

Krishna´nın Salva´nın saldırılarını savuşturmak için kullandığı silahların seslerinin anlatımı, aynen günümüzdeki anti-balistik roketlere benzemektedir; "Onları savuşturdum, bir hayal gibiydiler. Hızla vuran sütünları yolladığımda, gökler parladı ve parçalara ayrıldılar. gökte büyük gürültüler oldu." Ve sonra Saubha´nın görünmez olduğu anlatılır sanki Krisnha hedefi hiç şaşırmayan akıllı bombalar kullanmaktadır. Bu arada atılan bir okun "roketin" sesiyle savaşçılar ölürler, Salva´nın askerleri "Danavalar" acı çığlıklar atarak yerlere düşerler, onları güneşe benzer parlaklığı olan okların sesi öldürür. Sauba kaçmak için saldırıya kalkışır, o zaman Krisnha "özel ateş silahı"nı kullanır bu silah güneş şeklinde halesi olan bir disk şeklindedir. Ve disk Saubha´yı ikiye böler, "kent" gökten yere düşer ve Salva ölür. Bu olay, Mahabharata´nın sonudur. En garip silahlardan birisi Pradyumna´nın kullandığı özel oktur, bu okun öldürücü gücünden hiç kimse tanrılar dahi kurtulamaz. Agneya´nın kullandığı silah ise, alevli ama dumansız ateş okudur "Yoksa artık ok yerine , ışın mı demeliyiz." Derken savaş alanına birden bir karanlık yayılır, kimse çevreyi göremez ama gece olmamıştır, vahşi bir rüzgar başlar, bulutlar kükrer, toz ve çakıl taşları yağmaktadır, doğa dengesini yitirir, güneş gökte sallanmakta, dünya titremekte, korkunç silahtan yayılan kavurucu sıcaklık, herşeyi yakmaktadır. Filler alevler içinde, çılgın gibi oradan oraya koşuştururken, diğer canlılar buruşarak yere düşmektedir, vahşi ışınlar gökten yağmur gibi yağmaktadır. Ve ateş fırtınasının yanısıra Gurkha´nın silahının sesini duyanlar da ölürler. Bütün bunlar sanki nükleer bir patlamanın yanısıra radyoaktif çöküntünün birebir tarifi gibidirler. Gurkha´nın çok hızlı ve güçlü bir Vimana´sı vardır; Vrishni´lerin ve Andhaka´ların üç kentine uçar ve saldırır, evrenin tüm gücünü taşımaktadır. Duman ve ateş sütunları fışkırtır, on binlerce güneş parlaklığında ışınlar yayarak yükselir. Vimana´nın "demir şimşek" diye tanımlanan süper bir silahı vardır, her iki aşiretten sayısız insanı ve kentlerini küle dönüştürür. Cesetler tanınmayacak kadar yanarlar, ölmeyenlerin saçları ve tırnakları dökülür, çanaklar, çömlekler kendi kendilerine kırılırlar, yiyecekler zehirlenir. Kaçmaya çalışan savaşçılar ve eşyaları küllerle yıkanmaktadırlar.

Nedir bu silahlar? Başka hiçbir mitolojide böyle bir tanım yoktur, yıldırımlar, şimşekler vardır ama ötesi yoktur. Bunu anlamak şu anda mümkün değil; umudumuz zamanla öğrenmek. Destan´da anlatılan olaylar gerçek midir yani fiziksel midir? Yoksa metafizikçilerin yaklaşımıyla simgesel midir? 1944 yılında Paris Üniversitesi Hint Uygarlığı Enstitüsü´den Emil Senart´ın özgün çevirisi olan "La Bhagavad-Gita" böyledir (Ruh ve Madde Yayınları-1995). Türkçe çevirinin önsözünde Ergün Arıkdal şöyle der; "... o halde insan kendisiyle, maddenin hakimiyeti ile savaşa hep devam etmelidir." Galiba ikisi de doğrudur yani Mahabharata hem çok uzak geçmişte kaybolmuş bir uygarlığı ve belki de yaşanmış en büyük savaşı anlatmakta, hem de dev bir ruhsal öğretiyi içermektedir; bu öğreti Senart´ın tanımıyla "Rabb´in Ezgisi"dir.

Bilim ve Vimanalar

* "Asya ve Güney Asya kaynaklı çeşitli metinlerde uçan araçların veya göksel cihazlardan söz edilir. Hint ve Çin halk öykülerinde ve sanatçıların çizimlerinde göklerde seyahat etmek için yapılmış araçlar yer almaktadır. Kaynaklardaki farklılıklar dikkat çekecek kadar büyüktür, anlaşılmaz aygıtlar olduğu gibi, temel uçuş prensiplerine göre yapılmış ahşap araçlar da vardır. Taoist masallar sık sık göklerde uçan ölümsüzleri anlatırlar. Xian adlı bu araçlar yöneten ölümsüzlerin özgün ilahi güçleri vardır. Onlar tüylüydüler, Tao rahipleri onlara ´Tüylü Rahipler-Yu Ke" diyorlardı; "fei tian" yani uçan ölümsüzler Çin mitolojisinin sayısız yerinde raslanır. Uçan araçlar belki de bir tür teknolojik araçlardırlar ama yönetenler acaba insan mıdırlar? İkinci Yüzyıl´da yazılmış, bir şiirde uçan dragonların yönettiği gök arabalarından açıkça söz edilmektedir. Elimizde uçan araçların yapımlarını ve gelişimini anlatan sayısız öykü vardır. Bunlardan yola çıkarak olası kaynaklara giden ilginç ipuçlarına ulaşabiliriz. İşte bir araştırma sonucu; 11. Yüzyıl´da Brihat Kath Alokasamgraha adlı bir marangozun uçan bir araç yapmaya çalıştığını biliyoruz. Benzer bir öykü Eski Yunan´da vardır; 7. Yüzyıl´dan kalma bir Yunan metninde, mahkumları toplayan ve konuşabilen uçan bir araçtan söz edilir, bu araç mekaniktir ve havada durabilmektedir. Bu bilgileri Clive Hart´ın 1985´de Berkeley Üniversitesi´nde yayınlanan ´The Prehistory of Flight´ adlı kitabının ´çeşitli batı kaynaklarına göre uçan makinelerin kronolojik listesi´ bölümünde buluyoruz. Uçmakla ilgili bilimsel onaylı en eski kaynaklar oluşturulurken, insan yapısı kanatların gelişimi temel disiplin olarak izlenmiştir ama bu doğru değildir; Vimanalar bir yana antik Çin, Kore ve Hint kaynaklarında insan taşıyan çok daha karmaşık gök araçlarından söz edilmektedir." - Dr. Benjamin B. Olshin, "Mechanical Mythology: Private Descriptions of Flying Machines as Found in Early Chinese, Korean, Indian, and Other Texts"

* "Rama İmparatorluğu olarak tanımlanan devletin, Kuzey Hindistan ve Pakistan´daki geçmişi en azından 15.000 yıllıktır. Bu uygarlık çok büyük bir nüfusa sahipti, kültür düzeyi yüksekti, kalıntılarına Pakistan´daki, Kuzey ve Batı Hindistan´ın çöllerinde raslanmaktadır. Rama, "Aydınlanmış Rahip Kral" bu kentleri yönetiyordu. Rama´nın 7 büyük kenti, klasik Hindu metinlerinde "7 Rishi Kenti" olarak geçer, antik Hint metinlerinde uçan araçlara "Vimanalar" denmektedir. Destanlara göre, Vimanalar iki katlıdır, daire biçimindedirler, kubbelerinde bir giriş tüneli vardır yani tam anlamıyla bir uçan daireye benzerler. Rüzgar hızıyla uçarlar ve melodik bir ses çıkarırlar, Vimanalar´ın dört türü vardır, inanılmaz ama bazıları tabak şeklinde, bazıları ise uzun silindir şeklindedirler yani sigar gibidirler... Vedalar, antik Hindu şiirlerdir; bilinen en eski Hindu metinler olarak tanımlanırlar. Vimanalar çeşitli şekil ve boyutlarda iki tür olarak anlatılır; ´Ahnihotra-vimana´nın iki motoru veya sistemi vardır, ´Elephant-vimana" ise daha gelişmiş bir araçtır. Ayrıca, "Kral balıkçı", "İbis" adlı ve başka hayvan adlarının da verildiği Vimana türleri de anlatılır. Göründüğü kadarıyla Mahabharata, bir atom savaşını bize anlatıyor! Kaynaklarda bir izolasyon veya tahrifat yoktur; savaşlarda fantastik silahlar, uçan araçlar kullanılmıştır. Bunlara epik Hint destanlarında çok sık raslanır. Hatta Ay´daki bir savaşta yer alan "vimana-Vailix"den söz edilir. Kısacası atomik bir patlamanın tüm etkileri ve özellikle de insanları öldüren radyoaktif etki Mahabharata´da çok belirgindir; Mohenjo-Daro´daki Rishi kentini geçen yaz kazan arkeologlar, caddelerde yatan iskeletler buldular, bazılarının yumrukları sıkılıydı sanki bir anda ölmüşlerdi, en azından bir kıyametin yaşandığı kesindi. Ve iskeletlerde tesbit edilen radyoaktivite, en azından Hiroshima ve Nagasaki düzeyindeydi. Daha ötede Mohenjo-Daro, ızgara biçiminde planlanmış mükemmel bir kenttir; su sistemi bugün Hindistan ve Pakistan´da kullanılan düzeydedir. Antik kentin caddelerinde kalıntı olarak siyah cam kümeler bulunmuştur. Bunların cam küreler olduğu sanılmaktadır ve bulunan kil çömleklerin çok yüksek ısıyla eritildiği keşfedilmiştir. Mahabarata´nın bir bölümü olan Dronaparva´da ve Ramayana´da özelikle belirtilen küre şeklinde bir Vimana vardır. İnanılmaz bir hıza ulaşmakta ve ardında büyük bir hava akımı bırakmaktadır. Hareketleri bir UFO gibidir, her yöne gidebilir, yön değiştirmesi ani çok hızlıdır, son hızla giderken aniden durup, yine aynı hızla ters yöne gidebilir. ´Samar´ adlı başka bir Hint destanında Vimanalar; demir makineler olarak tanımlanırlar ama yumuşaktırlar ve örgü gibi yüzeyleri vardır; cıva ile şarj olurlar ve arkalarından kükreyen bir alev püskürür. Daha da ilginci ´Samaranganasutradhara´ adlı antik metinde Vimanalar´ın nasıl yapıldığı anlatılır ama uygulanması için yeterli çözümleme henüz yapılamamıştır; Cıva ile itici güç sağlanması olasıdır ve denenmektedir, günümüzde Sovyet döneminin bilim adamları tarafından Türkistan´da ve Gobi Çölü´nde kozmik yön-bulucu araçların keşfedildiği söylenmiştir. Küresel olan bu araçlar, cam ve porselenden yapılmıştır, konik uçlarının içinde bir damla cıvanın bulunduğu belirlenmiştir." - D. Hatcher Childress, "Ancient Indian Aircraft Technology-Anti-Gravity Handbook"

Ufoloji ve Vimanalar

* "Hindistan´ın Vedik edebiyatında Vimana olarak tanımlanan uçan araçlarla ilgili tanımlamalar vardır. Bunlar ikiye ayrılırlar; 1)İnsan yapısı olan ve kuş benzeri kanatlarla uçan araçlar 2) Alışılmadık şekilleri olan ve insanlar tarafından yapılmamış olan araçlar. İlk gruba giren araçlar orta çağ tarzında, Sanskrit dünyanın mimarisine uygun otomatif askeri kuşatma araçları ve diğer mekanik aygıtlarla eş düzeydedirler. İkinci gruba giren araçlar ise, Rig Veda, Mahabharata, Ramayana ve Purana´larda tanımlanan UFO´ları anımsatan araçlardırlar. Vedik Evren Maya´nın ürünü veya bir hayaldir ya da evrensel bir sanal gerçeklik olarak düşünülebilir. Ana bilgisayarın görevi, "pradhana" adlı geleneksel enerjiyi sağlamaktır. Bu enerji Maha-Vişnu olarak bilinen ve sürekli genişleyip yayılan İlahi Güç tarafından harekete geçirilir yani Maha-Vişnu bir evrensel programcıdır. Aktif pradhana, enerjinin özel bir formu olarak oluşur ve kaba maddeye dönüştürülür. Şiva´nın eşi Uma (aynı zamanda Maya Devi olarak da bilinir), sanal enerjinin tanrıçası veya "yükleyici"sidir. Uma, Ana Tanrıça olarak da bilinir, kocası Şiva ise Hayallerin ve Teknoloji´nin Efendisi´dir, Şiva ile Mahabharata´da adı geçen Salva arasında doğal bir ilişki vardır, bu ilişkinin kökeninde Salva´nın bir Vimana´ya sahip olma gayreti ve Maya Danava´ya sahip olma arzusu vardır. O zaman, Hayallerin Efendisi olacak ve enerjiyi o üretecektir." - Richard L. Thompson, "Alien Identities"

* "Vimanalar´ın yapısı akla UFO´ların sürekli değişen günlük doğasını getirmektedir, yetenekleri geleneksel fizik yasalarının ötesindedir. Carl Jung´un yorumunda UFO´ların niteliği bir rüya alanındadır; bir yerde, parlak ışıkları gözlemlemenin tam ortasında ve zaman kavramı yitirildiğinde objektif ve sübjektif bilinç arasında suçluluk başlar ve bozulma görülür. Araştırmalarım UFO ilişkileriyle, dinler, metafizik mistizm, folklör, şamanik trans, migren ve hatta yaratıcı imajinasyonlar arasında yakın bir ilişkinin ve benzerliğin bulunduğunu gösteriyor. Benzerliğin içinde, sabit imajlar, olayların ardıllığındaki tutarlılık ve genelde görülen alışılmadık "zirve deneyimi" niteliği bulunur. Kaçırılma raporlarında da, bu fenomenin paralelinde yer alan olaylara raslanır. Örneğin, nahoş ama inanılmaz "bedensel parçalanma" olayında olduğu gibi; bazen raporlarda kaçırılanların anlattıkları, şamanların "ölüm-yeniden doğum" trans deneylerine çok benzemektedir." - Alvin H. Lawson

* "Birkaç on yıl evvel batılılar tarafından Güney Hindistan´daki bir tapınakta bulunan antik Sanskrit metinlere göre, Vimanalar uçan tüm araçların en üst noktasıydılar. İtalyan bilimci Dr. Roberto Pinotti 12 Ekim 1988´de Bangalore´da yapılan Dünya Uzay Konferansı´nda yaptığı konuşmada, Hindu antik metinlerinde tanrılarla, kahramanlar arasında yapılan bir savaşın anlatıldığını belirtti. Pinotti, metinlere bir destan olarak bakılmamasını istiyor ve göklerde pilotların kullandığı silahlı uçan araçlarla yapılmış bir savaşın açıkça anlatıldığına dikkat çekiyordu. Kullanılan silahlar, savunma ve saldırı amaçlıydılar; yedi ayrı tipte mercek ve aynı sistemlerini içermekteydiler. Örneğin pilotları ´kötü ışınlar´dan koruyan ´Pinjula Mirror´ bir ´Görsel Ayna´ idi; ´Marika´ adlı silahla düşman araçları vuruluyordu. Sonuçta Dr. Pinotti bu antik silahların bugün kullandığımız laser teknolojisinden çok farklı olmadıklarını iddia ediyor ve; "Araçlarda ´Somaka, Soundalike and Mourthwika´ adları verilen özel ısı emici metaller kullanılmış olmalı." diyordu. Pinotti´ye göre, tanımlanan itici güç prensibi, elektriksel ve kimyasal olmalıydı ama güneş enerjisinin kullanımı da çok ileri düzeydeydi. Diğer bilimciler Pinotti´nin kuramını daha ileriye götürerek, araçların bir tür ´cıva iyonlu itici güç sistemi´ ile çalıştığını varsaydılar. Pinotti, Vimanalar´ın binlerce yıl önce varolduklarını belirtirken, modern UFO´larla olan benzerliğe de dikkat çekiyordu ama Hindistan´da unutulmuş bir uygarlık vardı. Bu araştırmanın ve tartışmaların ışığında Hindu kökenli Sankritçe metinler daha iyi gözden geçirilmeli ve tanımlanan Vimana modelleri daha bilimsel bir incelemeye tabi tutulmalıdırlar." - Nick Humphries, "UFO Guide"

* "Hindistan, Mysore´da bulunan Uluslararası Sanskrit Araştırma Akademisi´nin direktörü olan G.R. Josyer, 25 Eylül 1952´de yaptığı bir açıklamada, 7.000 yıllık yazmalarda çeşitli tiplerde uçan araçların yapımlarının anlatıldığını söylemişti. Bu özel yazma üç tip Vimana vardı; ´Rukma, Sundara ve Shakuna´; yaklaşık 500 stanzada (dörtlük), karışık detaylar veriliyor, metallerin seçimi ve hazırlanması anlatılıyordu. Ayrıca yazmada, çeşitli Vimana türlerinin parçaları tanımlanıyordu. Yazma 8 bölümdü ve bir hava aracının yapım planlarının yanısıra su altında da gidebilen veya bir duba gibi su yüzeyinde durabilen Vimana planlarını da içeriyordu, bazı stanzalarda ise pilotların nitelikleri ve eğitimleri anlatılıyordu." - Brad Steiger, "Worlds Before Our Own"

Mahabharata ve Vimanalar

* "Puspaku adlı araç güneşe benziyordu ve kardeşime aitti, onu güçlü Ravan´dan almıştı, uçuyordu ve mükemmeldi, istenilen her yere gidiyordu, Lanka kentinin göklerinde uçarken parlak bir buluta benziyordu." - Ramayana Destanı

* "Salva´nın uçan aracı çok gizemliydi, gökte bazen görünüyor, bazen de kayboluyordu. Yani görünmeme yeteneği vardı; Yadu Hanedanı´nın savaşçıları bu garip aracı bir türlü tam olarak algılayamadılar; bazen yerde, bazen gökte beliriyor sonra birden bir tepeye veya bir ırmağın kıyısına konmuş olarak ortaya çıkıyordu. Bu uçan harikulade araç, gökte bir ateş fırıldağı gibi dönüyor ve bir an bile yerinde durmuyordu." - Bhaktivedanta, Swami Prabhupada, Krsna

* "Kralım; uçan araç mükemmeldi, şeytan Maya tarafından yapılmış ve bir savaş için gereken tüm silahlarla donatılmıştı. Hayal edilemesi ve anlatılması imkansız bir araçtı; görünmezlik özelliğine sahipti. Oturulan yerde koruyucu bir şemsiye ve serinletici güç vardı. Mihrace Bai´nin çevresinde kaptanları ve kumandanları bulunuyordu; geceleyin gökte yükselen bir ay gibi görünüyor, her yönü aydınlatıyordu." - Swami Prabhupada Bhaktivedanta, Srimad Bhagavatam

* "Pushpaka bir gök arabasıydı, insanları Ayodhya kentine taşıyordu. Gök bu harika uçan araçlarla doluydu, gece karanlığında yaydıkları sarımtırak göz kamaştırıcı ışık göğü aydınlatıyordu." - Mahavira of Bhavabhuti (8. Yüzyıl´dan kalma bir Jain yazması)

* "Vata´nın arabası ne görkemli; gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor, göklere dokunuyor; parlak bir ışığı var; kırmızı göz kamaştırıcı ve alev gibi; bir girdap gibi dönerken, dünyanın tozunu kaldırıyor." - Rig-Veda (Vata bir Aryan rüzgar tanrısıdır.)

* "Bir zamanlar Kral Citaketu, kendisine Tanrı Vişnu tarafından verilen parlak ve ihtişamlı bir uçan araçla dış uzaya yolculuk yapar ve Tanrı Şiva´yı görür... Oklar "ışınlar" Şiva tarafından yollanır. Işınlar güneş benzeri bir küreden fışkırır ve içinde yaşanan üç gök aracını kaplar ve o araçlar bir daha görülmezler." - Srimad Bhagasvatam, VI. Canto, Bölüm 3

İndus Uygarlığı

İndus uygarlığı dünyanın en eski ve en büyük uygarlığı kabul edilmektedir; Güney Asya´nın en uzun nehri olan İndus Irmağı çevresinde MÖ 3000-2500 arasında varolduğu belirlenmiştir ama bu tarih sadece uygarlığın varolduğu bir dönemin göstergesidir, İndus uygarlığının başlangıc dönemi bilinmemektedir. Yaklaşık 100 kent, kasaba ve köy kalıntısı bulunmuştur, kentlerin planlaması olağanüstüdür, hatta günümüz kent planlamacılığından daha düzgün olduğu söylenebilir. Ana binalar kentin ortasında bulunmakta, kanalizasyon sistemleri, büyük hamamlar ve su depoları en küçük köyde dahi görülmektedir. Kent merkezlerinden eş sayıda düzenli bir dağılımla yayılan evler ve cadde kenarlarındaki dükkanlar, blok taşlarla döşeli çok düzgün caddelerle eşit olarak bölünmüştür. Tüm İndus kentlerindeki evlerin yapımında kullanılan tuğlaların eşit olarak üretilmiş olması bir diğer inanılması güç inşaat kültürünün göstergesidir. Harappa ve Mohenjo-Daro uygarlığın bilinen ana kentleridirler; Mohenjo-daro ırmağın batı kıyısında, Harappa ise Mohenjo-Daro´nun 640 km. kuzeydoğusundadır. Daha doğuda ise bir diğer önemli kent olan Kalibangan vardır. Ve tüm bölgede yüzün üstünde, ticaret merkezi, küçük limanlar ve balıkçı köyleri yer alır. Tüm yerleşim merkezlerinde aynı standart planın uygulanmış olduğunu görmek bir diğer şaşırtıcı olaydır; araştırmalar sonucunda İndus insanlarının pirinç, buğday ve yulaf ektikleri ve kümes hayvanları, buffalo, domuz, at, deve, fil kambur öküz ve köpek yetiştirdikleri belirlenmiştir. Bulunan resimli plakalarda, ayrıca gergedan, boğa, fil ve bilinmeyen üç başlı bir hayvan figürleri dikkat çeker, bu buluntuların üzerlerinde görülen diğer simgelerin anlamları şu ana kadar çözülememiştir. Ana tanrı büyük olasılıkla tüm vahşi hayvanların tanrısı olan Şiva (Pasupati)´dir. Araştırmalar, İndus inançlarının erken-Hinduizm şeklinde olduğunu göstermektedir. Bu büyük uygarlığın MÖ 2. Yüzyıl´da çöktüğü sanılmaktadır ama nedenler belirsizdir; büyük savaşların olduğunu, doğal afetlerin yaşandığını gösteren bazı ipuçları bulunmuşsa da yeterli değildir ama en ilginci bölgede ve hatta Kuzey Hindistan´ın İndus dışındaki bazı başka yerlerinde kent kalıntılarının çok yüksek bir ısı altında erimiş gibi göründüğüdür. Fotoğraflarda gördüğünüz insan iskeletlerinin durumu (biri kadın, diğeri erkek), ölümün çok ani geldiğini kanıtlamaktadır; kadın elindeki eşyayı dahi hala tutmaktadır. Acaba binlerce yıl evvel ne olmuştu? Bu cevap şu anda yok, belki gelecekte öğreneceğiz...

Minos uygarlığı

Batı Rönesans ile beraber Yunan düşüncesini keşfettikten sonra Yunan uygarlığı üzerine bir çok araştırmalar yapılmış , on dokuzuncu yüzyıldan sonra da sistemli kazılara başlanmıştı. Ancak Girit ve çevresi on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar ihmal edilmişti. Oysa Yunan kültürüne etki eden en büyük merkezlerden biri Girit adası idi.
Girit’te araştırmalar yapan ilk isim ünlü Heinrich Schiliemann idi. Efsanelerden yola çıkan Schiliemann Girit’te kazı yerleri belirlemiş fakat bu çalışmalar Schiliemann’ın ölümü nedeniyle gerçekleşmemişti.
Girit’te ilk kazıları yapan en önemli kişi kuşkusuz Sir Arthur Evans’dır. İlk yazı örnekleri üzerine araştırmalar yapan Evans Girit’e geldikten sona buradan ayrılamamış ve ilk kazıları başlatmıştır.
Knossos’da kazılara başlayan Evans buradaki kalıntıların yanı sıra bir çok da yazılı tablet bulmuştur. Ünlü sarayı da bulan Evans daha sonra adanın bir çok yerinde kazılar yapmıştır.
Evans dışında bir çok arkeoloji ekipleri de yüzyılımız içinde Girit’te kazılar yapmış ve bir çok buluntuyu gün ışığına çıkarmışlardır.

GİRİT TARİHİNİN ANAHATLARI

Günümüzde de Girit kronolojisi , bütünüyle olmasa da , Evans’ın yaptığı çalışmalara dayanmakta ve onun terminolojisini kullanmaktadır.

İlk Çağ Girit tarihini şu ana başlıklarla özetleyebiliriz :

1. Neolitik dönem ( MÖ 6000 - 2600 )

Girit paleolitik dönem boyunca iskan edilmemiş gibi gözükmektedir. Adaya ilk gelenlerin Anadolu’dan geldikleri sanılmakta ve adada Neolitik dönemin bu şekilde başladığı kabul edilmektedir.
Bu dönemde konut inşaatı ve alet kullanımı gelişmiş ve ilk ana tanrıça idolleri ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde Girit çevresindeki adalarla ilişki içine de girmeye başlamıştır.

2. Eski Minos Dönemi ( MÖ 2600 - 2100 )

Bu dönem aynı zamanda adada ilk metalin kullanıldığı zamanlardır. Evans’a göre adada ilk metal kullanımı buraya kaçan Mısır’lılar tarafından başlatılmıştır. Ancak bu görüş zamanla terk edilmiş ve adadaki metal kullanımına -- Bu mesaj otomatik olarak gelmektedir. -- kaynağın Anadolu olduğu anlaşılmıştır. Böylece adanın doğu bölümünün de uygarlaşmada Anadolu ile bir köprü teşkil ettiği görülmüştür.
Bu dönemde Girit çevresindeki adalarla da ticaret ilişkilerini geliştirmiştir. Bu da büyük ölçüde Girit’in denizcilikte , bölgedeki diğer uygarlıklara göre , ileri olmasından kaynaklanmıştır.
Bu dönemin sonuna doğru Knossos önem kazanmaya başlamıştır.

3. Orta Minos Dönemi ( MÖ ~ 1600 - 1400 )

Bu dönemde Girit Uygarlığında hızlı bir ilerleme kaydedilmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği Anadolu ile olan ilişkilerin zayıflaması , buna karşılık Mısır ile olan ilişkilerin kuvvetlenmesidir. Buna bağlı olarak Girit’in doğusu zamanla önemini kaybetmiş ve orta kısımlar kuvvetlenmeye başlamıştır.
Girit Kronolojisinde bu dönem sarayların yapımına göre Eski ve Yeni Saraylar Devirleri olmak üzere ikiye ayrılır.
Eski Saraylar Devri MÖ 2000 ile 1700 yılları arasına tarihlenir. Bu dönemde Girit yüzünü Ege adaları ve Mısır’a çevirmiş ve buralarda yoğun ekonomik ilişkilere girmiştir. Öte yandan Anadolu ile olan ilişkiler zayıflamaya başlamıştır. Ekonominin ağırlığının doğudan orta bölgelere kayması da bu dönemde hızlanmıştır. MÖ 2000 yılında adanın doğu bölgesinde , Mallia’da inşa edilen bir sarayın 1900’de itibaren kullanılmamaya başlanması bu bölgenin ekonomik gerileyişi hakkında da ipuçları vermektedir.
Eski Saraylar devrinde Orta Girit’e bulunan iki şehir ön plana çıkmıştır. Bunlardan birincisi Ege adaları ile ticareti geliştiren Knossos öteki de Mısır ile ticareti geliştiren Paestos’dur. Bu şehirlerdeki ekonomik zenginlik kalıntıları gün ışığına çıkartılan saraylarla da ortaya konmuştur . Her iki şehir arasında zaman zaman çekişmeler olsa da Knossos üstünlüğünü ortaya koymuştur.
Bu dönemin sonunda bölgedeki binalarda bir yıkım göze çarpmaktadır. Bu yıkımın kaynağı büyük bir olasılıkla adaya dışarıdan gelen istilacılar olmakla birlikte daha araştırılmaktadır.
Yeni Saraylar devrinde ise , Girit uygarlığı sanki hiç bir kesintiye uğramamış gibi devam etmektedir. Knossos’da , Phaestos’da ve Mallia’da yeni saraylar inşa edilmiş , eskileri de onarılmıştır.

Bu dönemde Girit şehirleri arasında rekabet devam etmiş de olsa Knossos her bakımdan üstünlüğünü ortaya koymuştur.

4. Yakın Minos Dönemi ( MÖ ~ 1600 - 2100 )

Bu dönem Knossos krallığının egemen olduğu dönemdir. Evans bu dönem uygarlığını , efsanevi kral Minos’dan ötürü , Minos uygarlığı diye adlandırmayı uygun bulmuştur.

Bu dönemde Knossos’da Minos diye bir kralın bulunduğuna dair tarihi belgeler yoktur , ancak MÖ 1700-1400 yılları arasında hüküm süren bir hanedanın krallarının Minos ya da buna benzer bir isimle adlandırıldığı düşünülmektedir.
Bu dönemde Girit’in büyük bir deniz üstünlüğüne sahip olduğu bilinmektedir. Thukydides bu konuda şöyle yazmaktadır :
“ Geleneğe göre bir donanmaya ilk olarak Minos sahip oldu ; bugün Yunan Denizi adını verdiğimiz şeyin büyük bir kısmına gücünü kabul ettirdi ; Kyklades adalarına boyun eğdirdi ve Karia’lıları kovduğu bu adalarda ilk olarak koloniler kurdu; adalara vali olarak öz oğullarını yerleştirmişti ; ayrıca vergilerin toplanmasını daha kolayca sağlamak amacıyla korsanlığı elinden geldiğince ortadan kaldırdı.” ( Peloponnesos Savaşı 1 , 4)
Knossos ayrıca , bu dönemde diğer Ege adalarına hükmetmeye başlamış ve gücünü Yunanistan’a , anakaraya kadar genişletmiştir. Mısır’da , On sekizinci sülale de Keftiu ülkesine yani Girit’e hediyeler göndermiştir.
Ancak Girit uygarlığının sonu MÖ 1400 yılına doğru bir yıkımla gelmiştir.Bu dönem saraylarında, yapılarında bir yangın izine rastlanmaktadır. Yıkımın nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte dışarıdan gelen bir istila ya da içeriden bir ayaklanma olasılıkları tartışılmaktadır.
Bu yıkımdan sonra ise gelen Akha istilaları adayı Helenleştirmiş ancak uzun yıllar boyunca eski kültürü ve dili koruyanlar olmuştur.
Daha sonraları Miken egemenliğine giren Girit MÖ 1100 yıllarında da Dor hakimiyeti altına girmiştir. Bu dönemde bir kere daha yakıp yıkılan Girit artık bir Yunan şehri olarak eski, görkemini kaybetmiştir.

GİRİT İLE İLGİLİ KLASİK KAYNAKLAR VE EFSANELER

Klasik Yunan Mitolojisinde Girit ile ilgili anılar yerini mitoslara bırakmış ve burası ile ilgili değişik mitler oluşmuştur.
Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Minos ile ilgili olan mitlerdir.
Minos adının belli yaşamış bir krala mı ait olduğu yoksa Midas , Cæsar gibi yaşamış kişilerden alınan bir unvan mı olduğu tartışmalıdır. Ancak mitolojik öykülerde Girit dönemini anlatmak için kullanılmaktadır.

Mitolojide de Minos boğa kültünden ayrı olarak geçmez.

Mitolojiye göre Minos Zeus ile Europe’nin üç çocuğundan biridir. Minos efsanesini Azra Erhat şöyle anlatır :

“ Minos Girit tahtına çıkmak isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama Minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de Poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. Dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi ak bir boğa çıkagelmiş. Minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. Güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak göndermiş. Bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı Minos’un başına bela etmiş; bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş , ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada Herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı Pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş ve onunla birleşmiş. Kral Minos güneş tanrı Helios’un kızlarından Pasiphae ile evlenmişti. Bir zamanlar Europe gibi boğaya vurulan Pasiphae ak boğayla birleşebilmek için Daidalos’a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve gebe kalarak Minotauros’u doğurur. Ondan sonra da doğurur. Ondan sonra da Girit sarayının yaşamı karmakarışık olur. Helios döllerinin hepsi gibi Pasiphae de büyücüdür, seviştiği boğayı öldürttü diye Minos’u büyüler, yatağından yılanlar, çıyanlar, akrepler çıkmasını sağlar. Bunlar işi çapkınlığa vuran Minos’un yatağına giren her kadını sokup öldürmekteymişler. “
Minos hakkında anlatılagelen bu efsaneler de Minos’un Yunan mitolojisinde Midas’a benzer bir yer aldığını göstermektedir. Bu efsanede boğa kültünün önemi de dikkat çekmektedir. Burada Minos’un boğayı kurban etmemesi ve sonrasında da bu boğayı öldürmesi sonucu bir tür * * * ile karşı karşıya kalması anlatılmaktadır. Başka bir efsaneye göre de bu yılanların,çıyanların ve kreplerin Minos’un sperminden çıkması , Girit kraliyet soyuna karşı da bir tepki olduğunu göstermektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da Pasiphae olarak gözükmektedir. Pasiphae’nin, Helios soyundan olması ve büyücü olması boğa ile ilintili ay kültü ile güneş kültü arasındaki bir karşıtlığı yansıtmaktadır.
Bütün bunların yanında Minos, Yunanlılara göre halkının üzerinde adil ve düzgün bir şekilde hüküm sürmüş bir hükümdardır.
Minos’un hükümdarlığı da , doğu kültürlerinde olduğu gibi tanrısaldır. Minos da kanunları Zeus’un iradesi ile yapmaktadır. Bunu kanıtlamak için de her dokuz yılda bir İda mağarasına gitmektedir ve burada tanrısal ilhamı da almaktadır.
Minos’un mitolojide bir çok yere gitmiş olması da Girit kolonilerinin buralara uzandığını göstermektedir.
Minos ile ilgili en ünlü efsanelerden biri de yukarıda kısaca sözü geçen Minotauros efsanesidi,
Azra Erhat , Mitoloji Sözlüğü’nde (bkz Kaynakça) Minotauros’u şöyle anlatır:
“ Adı Minos’un boğası anlamına gelen Minotauros insan bedenli boğa başlı bir canavarmış. Tanrı Poseidon’un kral Minos’a gönderdiği bir boğa ile Minos’un karısı Pasiphae’den doğmaymış. Minos bu korkunç yaratığı saklamak için mimarı Daidalos’a Labyrinthos sarayını yaptırmış. Theseus Minos’un kızı Ariadne’nin yardımı ile Minotauros’u öldürmüş.
Minotauros Girit sarayında derin izler bırakmış olan Girit’e özgü bir boğa kültünün simgesi olsa gerek. “
Aslında bu efsane çok önemli ipuçları da vermektedir. Minotauros sadece Minos’un boğası anlamına gelmemekle birlikte bir bileşik isim olarak Boğa Minos anlamına da gelmektedir. Eğer Minos’u bir unvan olarak düşünürsek Boğa Kral gibi bir anlam kazanabilir. Bu ise daha eski dönemlerden kalan bir unvanı ya da bir tapınakta duran bir Boğa-tanrı heykeli ile ilişkili bir kültü düşündürtmektedir.

Avşar Türkleri



On birinci yüzyıldan itibaren, mühim roller oynamak suretiyle, adlarını zamanımıza kadar yaşatmış Oğuz boyu. Bozokların Yıldızhanoğulları kolundandırlar.

Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluşundan önce, diğer Oğuz boyları ile beraber, Kıpçak çölünde yaşarlardı. 1135-1136 yıllarında, reisleri Arslanoğlu Yakub Bey kumandasında gelerek Huzistan’a yerleştiler. Yakub’dan sonra Afşarların başına Aydoğdu bin Küşdoğan geçti. Şumla lakabıyla anılan bu bey, Büyük Selçuklu Devleti’nin zayıflamasından faydalanarak, Huzistan’da Selçuklu hakimiyetine son verdi ise de, 1159’da Irak Selçukluları sultanı Melikşah gelerek tekrar Huzistan’a hakim oldu. Bu devrede, Şumla da Melikşah’ın hizmetine girdi. 1194 yılında, Abbasî halifesi En-Nasır li-Dinillah, veziri İbn-ül-Kassab kumandasında Huzistan bölgesine bir ordu gönderdi. İbn-ül-Kassab, Huzistan’ın başşehri Tuster’i ve birçok kaleleri zaptettikten sonra, Şumla’nın ailesini ve çocuklarını toplayıp Bağdat’a götürdü. Böylece Huzistan’daki, Avşar Şumla ve oğullarının hakimiyeti sona erip, ülke, halifenin topraklarına katıldı.

Diğer taraftan Malazgirt Savaşı'ndan sonra, Anadolu’ya Türkmenlerle beraber göç eden Afşarlar, Selçuklu Devleti’nin uç bölgelerine yerleştirilmişlerdi.

Nitekim, Anadolu’da yerleşim yerleri arasında Avşar adı, Kayılardan sonra ikinci sırada gelmektedir. Bu yer adları, Avşarların, Türkiye’nin fetih ve iskanında Kayı ve Kınıklar gibi birinci derecede rol oynadıklarını göstermektedir. Yine kaynaklara göre, Karamanoğulları Beyliğini kuran ailenin, Avşar boyuna mensup olduğu belirtilmektedir. Osmanlı ve İran tarihinde önemli rol oynayan Avşarlar, Anadolu’ya on üçüncü yüzyılda göç edenlerdir. Bu ikinci göç hareketi sırasında Anadolu’ya gelen Avşarların bir bölümü, Akkoyunlular'ın İran’ı ele geçirmesi üzerine, Mansur Bey önderliğinde İran’a giderek Huzistan’a yerleşti. Anadolu’da kalanlar ise; daha çok Malatya ve Doğu Anadolu’da bulunuyorlardı. Bunlardan büyük bir bölümü, on altıncı yüzyıl başlarında İran’a göçerek Urmiye’den Herat’a kadar olan geniş bir bölgede yerleştiler ve Nadir Şah, 1736’da, bunlardan Afşarlar hanedanını kurdu.

İran Afşarları; Mansur Bey Afşarları, İmanlu Afşarları, Alplu Afşarları, Usalu Afşarları, Eberlu Afşarları olmak üzere, başlıca beş büyük oba idi.

Safevî hükümdarı Birinci Şah İsmail, Afşarları sınır koruyucusu olarak Horasan’a yerleştirdi. Safevîler'in zayıfladığı bir dönemde, Afşarların lideri Nadir; Afşar, Celayir ve diğer Türkmenleri etrafında topladı ve İkinci Tahmasp’ın hizmetine girdi. İran topraklarından Afganları çıkarınca, nüfuzu arttı. Sonra İkinci Tahmasb’ı tahttan indirerek yerine Üçüncü Abbas’ı şah yaptı. Kendisini de saltanat vekilliğine getirdi. 1736’da da kendi şahlığını ilan etti. 1737’de Hindistan seferine çıkarak Delhi’ye kadar ilerledi. Bir suikasttan sonra, idareyi sertleştiren Nadir Şah, Afşar ve Kaçar Beyleri tarafından öldürüldü. Horasan’ı yöneten torunu Şahruh’un ölümünden sonra, İran Afşar yönetimi de sona erdi.

İran Afşarları, günümüzde, Urmiye gölünün kuzey batısında Hemedan, Kirmanşah, Nişabur, Kerman’ın güneyinde dağınık halde yaşamaktadırlar.

Afşarlar, halis Türk olup, İran’dakiler hariç hepsi Sünnî ve Hanefîdirler.

Afşarlar, güler yüzlü, iyimser, hayat dolu, sakin ve terbiyeli insanlardır. Kadınları çok çalışkandır. Ünlü Afşar kilimleri, bu çalışkan kadınların el emeğidir.

Günümüzde yerleşik olmalarına rağmen, bir kısmı, âdetlerini devam ettirmektedirler. Bugün Kayseri’nin Pınarbaşı kazasının merkez nahiyesine bağlı bir kısım köyler ile, aynı kazanın Pazarören nahiyesi köylerinden pek çoğu, Sarız kazası ve Tomarza’nın Toklar nahiyesi köylerinin yarısından fazlası, Avşarlara aittir. Ayrıca Adana’ya bağlı mağara kazası köylerinden Ayvad ve Ağdaş alanı köyleri de, Avşarlar tarafından iskân edildiği gibi, Çukurova’da mevcut bazı Avşar köylerinden başka Kastamonu, Bolu, Muğla, Isparta ve Antalya yörelerinde pek çok Avşar köy adına rastlanır.

Balkar Türkleri



Balkarlar

Kuzey Kafkasya'daki Kabartay-Balkar Özerk Cumhuriyetinde yaşayan Türk boyu. Taulular (Dağlılar) veya Malkarlar diye de tanınırlar.

Balkarların menşei hakkında, değişik görüşler vardır. Bazı araştırmacılar, Balkar adının Bulgar'dan kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Ekseri araştırmacılara göre ise uzun müddet göçebe bir hayat süren ve Karaçaylılarla birlikte yaşayan Balkarlar, adlarının, Kırım'dan göç ettikleri sırada kendilerine önderlik eden "Malkar" adında bir beyden geldiğine inanırlar. Menşelerinin, Hazar Türkleri'ne dayandığını ileri sürenler de vardır. Bunlara göre Balkarlar, 10 ve 11. yüzyıllara kadar bağımsız yaşamış, daha sonra Ruslar veya Osetler tarafından Kafkasya'ya sürülmüşlerdir.

Balkarlar, Altınordu ve Kırım hanlıklarının hakimiyeti altında kaldıktan sonra, 15. yüzyıl sonlarında, Kırım Hanlığıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hakimiyetine girdiler. Balkarlar arasında, giderek İslamiyet yayıldı. Uzun müddet Osmanlı himayesinde huzur ve güven içinde yaşayan Balkarlar, 1827 senesinde Rus hakimiyetine girdiler.

1917 Ekim devriminden sonra, Karaçaylılarla birlikte Kuzey Kafkasya Bağımsız Cumhuriyeti içinde yer aldılar. Kızılordu, 1921'de bu devlete son verince Balkarlar, Kabartay Bölgesine, Karaçaylar ise Karaçay-Çerkes Özerk Bölgesine yerleştirildiler. İkinci Dünya Savaşı sırasında Balkarlar ve Karaçaylılar birleşerek Sovyet hükümetine karşı çete savaşları başlattılar. Savaş sonrasında, Almanlarla işbirliği yaptıkları için, Orta Asya'ya ve Sibirya'ya sürüldüler. Yaşadıkları bölge olan Balkariye de, Gürcistan Sovyet Cumhuriyetine katıldı. 1957 senesinde çıkartılan bir kanunla, Balkarların büyük bir kısmı, Orta Asya'dan geri getirildiler. Kabartay Balkar Özerk Cumhuriyetine yerleştirildiler. Nüfusları 66.000 civarında olan Balkarlar, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin dağılışından beri, yeni sistem içinde hayatlarını sürdürmektedirler.

Balkarlar, Malkar til (Malkar dili) ve Tau til (Dağlı dili) olarak adlandırdıkları, Kıpçakça kökenli bir dil konuşurlar. Balkarca'nın, dilbilgisi bakımından Karaçayca ile ortak özellikleri vardır. 1926 senesine kadar İslam harflerini kullanan Balkarlar, daha sonra Latin alfabesini ve 1940'ta da Kiril alfabesini benimsediler. Gelişmiş bir yazılı edebiyatları olmamasına rağmen, zengin bir sözlü edebiyatları vardır.

Türk İçkisi Kımız ve Faydaları



Kımızın Tarihçesi

Kımız, Türklerin ulusal içkisidir. Kısrak sütünden yapılır. Kımız besin olarak da, içecek olarak da Türk‘e atadan kalmış bir ilaçtır. Bir ilaçtır; çünkü bir çok derde iyi gelmektedir. Kazak kimyacısı Aydar Akınoğlu’nun deyişiyle kımızın yararlarını ve niteliklerini “birkaç makale yada kitapta anlatmak kolay değildir”. Kımızın kullanımı hakkındaki bilgiler çok eskilere, Hun Türklerine değin dayanır. Tarihi kayıtlara göre Asya Büyük Hun Devleti çağında Türkler kımız içerlerdi. Yine tarih kayıtları, Avrupa Hunları ile Gök Türklerin de kımız ürettiklerini belirtmektedir.

Eski Yunanlı tarihçi Herodot, İskitlerin kısrak sütünden çok lezzetli bir içki yaptığını belirtir. Rus tarihçileri de, Rusların Kıpçak Türklerine gönderdikleri elçilerin resmi içki olan Kımız ile ağırlandıklarını yazarlar.

Kımız günümüzde Anadolu Türklerince pek kullanılmamaktadır ama Orta Asya’da yaşayan Türkler arasında yapımı ve kullanımı bugün de yaygındır. Moğollar tarafından da benimsenmiştir. Kımız Doğu Türklerince öyle sevilmektedir ki “Kımızı kim içmez” sözü Kazak Türkleri arasında en yaygın terimlerden biridir. Kazak Türklerinde kımız, avıl (köy, oba) tarafından ortaklaşa yapılır, ortaklaşa kullanılır. Kımız için kimse kimseden para almaz. Kımız yaz aylarında bolca bulunur, kış aylarında ise pek bulunmaz.

Kımız Nasıl Yapılır?

Kımız kısrak sütünden, kendine özgü bir maya ile ekşitilir. Ekşitme sonucunda kısrak sütü az-çok köpüklü, mayhoş lezzetli, güzel kokulu, keyif verici bir içki biçimini alır. İki tür kımız vardır: Ak Kımız ve Kara Kımız. Ak kımız mandalina , portakal gibi yemişlerden daha az alkol içerir. Ak kımız bir kaç ay kadar bekletildiğinde alkol oranı artar ve kara kımız denilen alkollü ve lezzetli bir içki durumunu alır.

Kımızın mayasını yapmak çok karışık ve güç bir iştir. Kımızın özelliği, mayasından ileri gelir. Bozkır halkı olan Kırgız Türkleri ile Başkurt Türkleri, en iyi maya olarak eski kımızı kullanır. Güzün mayalı kımız, ağzı iyice kapatılmış bir şişe içinde saklanır. Yazın kımız çalma zamanı gelince, bu mayaya aynı oranda taze kısrak sütü katılır ve ılık bir yerde 24 saat bekletilir. İkinci gün buna iki misli daha taze süt katılır. Normal olarak bundan üç veya dört gün sonra bakteriler üremeğe başlar. Sanatoryumlarda ise, maya için kışa bırakılan kımız, kışın birkaç kez inek sütü ile ekşitilir. Buna, katık adı verilir. Yaz gelince bu maya bir yada iki katı kısrak sütü ile karıştırılarak çalkalanır ve 22-25 derecede ılık bir yere bırakılır. Dört beş gün sonra, yani gaz haline gelinceye değin bekletilir ve alınarak kullanılır.

Kımızın İçinde Neler Var?

Standart kımızın ekşilik derecesi 60 ile 80 derece arasındadır; orta kımız 80-100 derece, güçlü kımız ise 100-120 derece ekşiliktedir. Bir litre kımız da 22 gram belok, 17 gram yağ, 39,6 gram süt şekeri, 20 gram da alkol vardır. Bunların vereceği kalori 530′dur. Kımızın içinde çeşitli mineraller de vardır. Özellikle kalsiyum ve fosfor yüksek orandadır. Kımızdaki vitaminleri sayarsak A, B, ve C vitaminlerinin bol olduğunu görürüz. Kımızdaki alkol oranı yüzde 1,2′dir ki bu bir çok meyvedeki alkol oranından daha düşüktür. Ayrıca, kımızın albümin değeri yumurtanınkinden çoktur.

Kımızın Yararları

Kımızın yararlı ve şifalı bir içecek olduğu çok eski zamanlardan beri bilinmektedir. Bir Rus yazarı olan S.T. Aksakov, Orınburg yöresinin göçebe halkları üzerine şu bilgileri verir:

… Her yıl, kışın korkunç soğuğunda, boralarında eziyet çekerek yaşayan kişileri görerek umutsuzlanmamak mümkün değil. Ancak, iki üç ay sonra aynı insanları yeniden görürseniz, yüzleri al al kana dolmuş, şişmanlamış olarak bulursunuz. Onları tanıyamazsınız. Çünkü bu sıralarda onlar bol bol kımız içerler. Beşikteki çocuktan doksanındaki kocaya değin herkesin sevdiği içecek olan kımızla yeniden buluşmuşlardır. Bunu gözünle gördüğünde, kımızın bulunmaz bir besin ve çok etkili bir ilaç olmasına hayran kalırsın…

Kımızın yararları üzerine olan sözleri yalnızca Türk boylarından ve Türkler arasında bulunmuş yazar ve gezginlerden değil, bilginlerden, doktorlardan, kimyacılardan da duymak mümkündür. Hatta, 1858′de Rusya’da N. V. Postnıkov adlı bir kimyacının girişimi ile Samarra kentinde kımız kullanarak hastaları iyileştiren bir hastane açılmıştır. İngiltere ve Kaliforniya’da da kımızla tedavi yapan kurumlar vardır.

Kımız yalnızca verem için değil, mide hastalıkları, kansızlık ve başka hastalıklar için de yararlıdır. Halsizliği giderir, güç verir. Hastalıktan ötürü güçten düşenlere de iyi gelir. Kımızı ilaç olarak kullananların her gün 0,5 - 2 litre içmeleri önerilir. Kımızı yemek aralarında içmek daha doğru olur. Yada yemekten 1,5 - 2 saat önce içmeyi âdet edinmek uygundur. Her içildiğinde, vücudun gereksinmesine göre bir iki bardak, kimi kez de üç bardak içilmesi iyi olur. Araştırmalar, hastanın bir iki bardak kımız içtikten sonra iştahının açıldığını göstermiştir.

Kısrak sütünde bulunan besin maddeleri, kımız yapımında gerçekleşen ekşime sırasında kimyasal dönüşüme uğrar. Yani kısrak sütündeki kazein ve albüminler, asitamin ve pepton’a dönüşür. Bunlar mide ve bağırsaklar da yeniden kimyasal dönüşüme gerek kalmadan doğrudan doğruya emildiğinden ötürü kımız içen hastanın beslenme durumu kısa sürede iyileşir, mide ve bağırsaklar yorulmaz; ayrıca besin maddelerinin sindirim organlarında kimyasal dönüşümü için gerekli olan zaman ve yorgunluktan da tasarruf edilmiş olunur.

Kısrak sütünde bulunan şeker; süt asidi, alkol ve karbona ayrılır. Bunlar sindirim organlarının salyalı tabakalarına ve sindirim bezlerine uyarıcı etki yapar. Sonuçta sindirim salgılarının miktarı artar, iştah açılır. Kımızın süt asidi, gövdemizi ağılayarak (zehirleyerek) tahrip eden bağırsak mikroplarının döküntülerini de zararsız duruma sokar. Gövdemizce emilen besin maddelerinin işe yaramayan artıklarından oluşan zararlı maddeler kımız tedavisiyle iyice temizlenir ve beslenme değerinde artış görülür. Dr. Karrik, kımızdaki asitlaktik ile az miktardaki alkolün sindirimi kolaylaştırıcı etkisi üzerinde incelemeler yapmış ve midenin normal işlemesini sağlayan bir etken olduğunu saptamıştır.

Kımız üzerinde yapılan inceleme ve çalışmalar (Prof. Zarnitsin, Prof. Vişnevski) kımızın, supasit hastalığında mide salgısını artırdığını, mide salgısının olağan dışı yükselmesinden ileri gelen sayrılıklar (hastalıklar) da ise salgılamayı normalleştirdiği görülmüştür. Ayrıca, mide salgısındaki asit ve tuz asitlerinin azalmasını gösteren mide hastalıklarında (gastrit vb) bir tedavi aracı olduğu, mide ve bağırsakların tembelleşmesinden ileri gelen hastalıklarda ise bu organların çalışma yeteneğini artırdığı anlaşılmıştır.

Kımız özellikle besinlerdeki albümin maddelerinin tam olarak emilmesini sağlar. Dr. Mode ve Kozin’in çalışmaları, kımız içen hastaların içmeyenlere göre, sindirdikleri albümin miktarının daha çok olduğunu göstermektedir.

Kımız özellikle şu hastalıklarda iyi sonuç verir: Kansızlık, yorgunluk, iştahsızlık, hazımsızlık, şiddetli bronşit. Kımızın, tedavisinde kullanıldığı başka bir hastalık da veremdir. Kımız çabuk emildiğinden ve çabuk etki yaptığından dolayı verem tedavisinde önemli rol oynar. Sonuçta öksürük seyrekleşir, balgam azalır, hararet düşer, gece terlemesi yok olur, iştah açılır, gövdeye güç gelir.

Kımızın ağır işlerde çalışanlar tarafından kullanılması hem sağlıklarının korunmasına, hem de iş veriminin artmasına neden olur. Tadı güzel ve yüksek değerli bir besin olan kımızda yüzde 1,2 alkol bulunmasından dolayı, halk arasında alkol karşıtı bir etken olarak kullanılabilir. Ayrıca Antibiyotik etkinliğinden ötürü vücuttaki iltihapları yok eder, bağırsak çürümelerini önler.

1945 yılında F. Laçınay’ın Türkiye Türkçesine çevirmiş olduğu 32 sayfalık kitapçıkta kımızın yararları üzerine şu bilgiler yer alır:

Kımızla tedavi eden kuruluşlar: 1912 yılında bir ilde küçük çapta 40 tane kımız tedavi yeri açılmıştı. Bundan başka 75 köy de tedaviye gelenler için kımız yapmak ile uğraşmaktaydılar. Bugün kımız ile tedavi işi, büyük bir kitlenin sağlığını korumak için, koruyucu bir etken olarak kabul edilmiştir. Uzmanların kılavuzluğu ile çalışan büyük sanatoryumlar açılarak, devletçe sağlık işleri arasına alınmıştır. Yalnızca Başkurdistan’da 800 ve 540 yataklı iki sanatoryum vardır. 1934 yılında bu iki sanatoryumda 6100 hasta tedavi edilmiştir.

Kımızın tedavi edici özellikleri: Kımızın ne gibi özellikleri var ki, Sosyal Sigorta kuruluşları ile büyük bir halk kitlesinin ilgisini üzerine çekmektedir. İçindekiler bakımından inek sütünden çok ayrı olan kısrak sütü, mayalanma ve tahammür süresince köklü bir değişikliğe uğrar. Albümin maddeleri kısmen peptona; süt şekeri de asitlaktik, alkol ve asitkarbona dönüşür. Asitlaktik ve alkol, kımızın mayalanması sırasında süt şekerinin değerine göre gelişir ve böylece de kımızın kazanabileceği özelliğe etki eder.

Kımızın içinde bulunan önemli maddeler şunlardır: Ufak ve ince zerrelerden oluşan albümin, asitlaktik, alkol, asitkarbon ve vitaminler. Kımız albümini, önemli asitaminleri içinde topladığı için tam bir değere sahiptir. Pepton haline geldiği için de kolaylıkla sindirilir ve vücutça benimsenir. Kımızın içinde bulunan önemli maddelerden biri de süt ekşisidir. Bu, bir yandan sindirimi iyileştirdiği gibi, vücudumuzdaki asitalkolün dengesini de etkiler. Kımızda bulunan az miktardaki alkol, yürek damarları, sinir sistemleri ve soluk alma organlarını düzenler. Kımızın asitkarbonu ise, sindirim yollarındaki hareket ve emme fonksiyonlarını destekler. Kımızın tuz terkibinde kalsiyum bol olduğundan, vücudumuzdaki tuz maddelerinin normal alışveriş etmeleri de sağlanır. Kımızda bulunan A, B, C vitaminleri, onu tedavi aracı olduğu kadar koruyucu bir ilaç haline de sokmuştur.

Kımızdaki asitlaktik ile alkol, sindirimi kolaylaştırıcı bir özelliktedir. Midenin işlemesini de sağlayan bir maddedir. Son zamanlarda yapılan araştırmalarda kımızın supasit hastalığında mide salgılarını artırdığı ve yine mide salgılarının anormal yükselmelerinde de, salgıları normalleştirdiği görülmüştür. Asit ve tuz-asitlerinin azaldığını gösteren mide hastalıkları ile gastritis’de bir ilaç olarak kullanılmıştır. Bağırsakların tembelleşmelerinden ileri gelen hastalıklarda, organların gerilme ve kasılma değişmelerini artırmıştır.

Kımızın sütekşisi floru, bağırsak ve mide zehirleri ile zehirlenme (auto-toxication) durumlarında hem koruyucu hem de tedavi edici olmuştur. Süt ekşisi florunun, bağırsaktaki mikrop toksinlerine ve burada yerleşen zararlı mikropların yaşamasına karşı yaptığı tepki, Dr. Meçnikov tarafından gösterilmiştir. Albümin maddelerinin tam olarak alınmasını sağlar. Kımız ile tedavi edilen hastaların aldıkları albümin ve kazein değeri, aynı besini alan başka hastalarınkinden fazladır.

Kımız, yalnızca mide ve bağırsaklara değil, yüreğe ve damar sistemlerine de etkilidir. Kımız içiminden sonra yürek hareketleri sıklaşır ve nabız çevresi genişler. Kimi hastalar başlangıçta biraz yürek çarpıntısı duyar ise de, bu durum çabuk geçer. Bu nedenle araştırıcılar, kımızın etkisiyle kan basıncının arttığını da yazar. Dr. Rubel’e göre kımız, yürek ve damar sistemine normal çalışma yeteneğini sağlayan bir ilaçtır. Böbrekler sisteminde de kımızın etkileri görülmüştür. Kımız ile hastanın boşaltım sistemi hızlanmış ve vücudunun iyice yıkanmış ve temizlenmiş olduğu görülür.